İçimden geçenleri döktüm buraya
Serdim hepsini bu sarı sayfaya
Haddime düşmez ama
Amacım sadece bir ayna olabilmek duygulara...

24 Ocak 2015 Cumartesi

Yüzleşme

Yapmaya çalıştığım şey sadece az önce oturduğum yerden gördüğüm diğer bir yere gitmekti. İstanbul’da bir yeri görebiliyor olmanız oraya kolaylıkla ulaşabileceğiniz anlamına gelmiyordu, hiç gelmemişti. Belki elli yıl önce? Ya da ne bileyim işte. Otobüste yanımda oturan adamın geviş getirir gibi ağzından sesler çıkarması mı yoksa koltuğun diğer yanından var gücüyle bana sıcak ve kokan hava üflemeye aralıksız devam eden klima mıydı beni daha çok rahatsız eden bilmiyorum. Aslında aklımdakilerdi. Aslında Türkan’dı. Beni hem fiziken hem de ruhen rahatsız eden. Bazen ruhumun bedenime sığmamasını sağlayan ve bazen yaptıkları ve söyledikleriyle tüm geçmişimi, varlığımı ve olası geleceğimi terk etme hissi uyandıran kadın.

Sesi her zaman berraktı su gibi ama suyun sıcaklığı tamamen ruh haline bağlıydı. Artık gözlerine baktığımda termostat misali anlardım ılık mıydı ağzından çıkacaklar yoksa donduracak mıydı kalbimi. Evden çıkmadan önce kavga ettiğimizde ya da etmediğimizde –gün gelirdi kavga etsek, bir şeyler söylese diye acı çekerdim- tüm gün böyle geçerdi işte.

Daha az önce oturduğum kafede eminim kendi kendime konuştum. Yoksa durduk yere karşı masamda kitap okuyan bir adam neden kaldırıp kafasını soru işaretleriyle bana baksın. İçim huzursuz çok hem de. Acaba Kerem’i mi arasam? İnsanlar benim kadar boş değil, onun kesin işi vardır şimdi. Mesaj atsam, aman şimdi mesajla da cevap vermez. İlla görüşelim sen iyi değilsin der. Tam öyle de demez belki, iyi değilsin dedi mi şimdiye kadar bana? Hayır. Ama bakışları dedi. Hem de “Dostum hiç olmadığın kadar kötü görünüyorsun.” Dedi o gözler. Dostum da demiş miydi ki? Ah Türkan, işte seninle ufacık kopuşlarımızda bile kendimi bu kadar yalnız ve kimsesiz hissediyorum.

İnsanların bakışları korkutuyor bazen beni. Hele de yalan söylemeyi çok iyi bilenlerin. Bazı insanların yalan söylediğini anlamak gözlerine bakınca çok kolay. Bu yaşıma geldim, hayatımdan çok insan geldi geçti. Tabii ki biraz anlamam gerekiyordu da. Ancak, son günlerde bazı gözler çok yabancı geliyor bana, hiç tanımadığım insanlarınki de tanıdık gibi. Sanki gözlerimi kaçırmasam belki beş saniye daha tutsam, gözüm ısırabilecekmiş gibi kim olduklarını. Belki de şimdiye kadar hep geçmişimden kaçtığım için korkuyorum tanışık olmaktan birileriyle. Zaten birisi yanıma gelse, bilmem nerden bilmem kim ben dese, hatta ben bilmem kim demese de sadece bilmem nerden’i söylese hayatta bilmem kim olduğunu çıkaramam zaten. Bir ihtimal bilmem nerden’i hatırlarım belki ama isimler konusunda her zaman kötüydüm.

Durağı mı geçtik? Yanımdaki amcanın çıkardığı şıpırtı seslerini bir an için duymamışım ve şimdi niyeyse benimle aynı durakta ineceğini tahmin etmiş gibi izin isteme konusunda hiç aceleci davranmıyorum. Neyse ki duraktan önce ayaklanabildi. İs kokusu geliyor hemen eski otobüsün kapısı açılır açılmaz. Bir kısmı çoktan yıkılıp yenisi yapılmış haldeki mahallenin kalan kısmı sırasını beklerken sobalarını yakmıştı anlaşılan. Çok da içime çekmemeye çalışarak yürüdüm evime, evimize doğru. Zaten o kadar soğuktu ki hava. Bir gıdım daha nefesimi çoğaltsam ciğerlerim delinecekti. Bu kadar soğuksa hava, kokuyu nasıl almıştım ki?

Bir yanım hemen eve girmek ve hiçbir şey söylemeden Türkan’ın dudaklarına yapışmak, onu yıllardır görmüyormuşum gibi öpmek, okşamak ve ruhumun yeniden bu bedenden öte olduğunu keşfetmesine şahit olmak istiyordu, diğer yanım sadece korkuyordu. Dört yaşındayken karanlıktan korktuğu için kızılan çocuğun korkuyu yenmesi için buz gibi salona – hani o sadece misafir gelindiği zaman açılan oda – kapatıldığı zaman içini kaplayan kapkaranlık korku gibi derin ve onarılamaz korku. Şehvet ve korku. Neyse ki çokça üşüdüğüm için eve girmem kaçınılmaz. Salonun ışığının açık olması da beni teşvik etti diyebilirim. Çünkü biz salonda oturan bir aileyiz. Aile miyiz? Yani zamanında imzalanmış, içinde fotoğraflarımız olan bir defterimiz var. Şu an nerede olduğunu bilmesem de. Türkan’ın soyadı da benimkiyle aynı. Büyük sisteme göre o zaman biz bir ailenin temeliyiz. İki temel var ancak çatımız yok. Bir süre sonra bu konuyu da konuşmamaya başladık, içimde zamanında birazcık filizlenen çatı isteği de -ki iki temeli birbirine daha fazla bağlayabilirdi belki- zamanını unuttuğum bir gecede kurudu. Yine de birbirine bitişik ya da ne bileyim birbirine dayanmış iki temel de olabilirdik. Bazen öyle olduğumuzu sandığım zamanlar oluyordu. Özellikle de bakışları ılıkken.

Ve evde yoktu. Artık bu gidişleri de çok oluyordu ama. Bazı zamanlarda böyle yapardı. Kız kardeşine giderdi. Benimle ilgili olsun olmasın “Seninle ilgili değil” derdi. Ayda bir iki kez olduğu için bu halleri sorun etmezdim ben de. Herkes biraz kafa dinlemek isteyebilir. Her gidişi canımı çok yakıyordu ama olsun, gidip geri geldiğinde bana daha yenilenmiş ve dinlenmiş gibi gelirdi. Benimleyken yoruluyor muydu? Bebekler gibi uyuyabilsin diye saatlerce saçlarını okşamaz mıydım ben onun? Ne zaman kabus gördüğünü hissetsem hemen sarılmaz mıydım, sıcak ve uyku ile tamamen gevşemiş vücuduna. Güven vermek için yıllardır uğraş verdim.

Nerede bu kadın? Benim kadınım nerde? Hayatımın aşkı, gözlerimin bebeği, beni yerden yere vuran, hislerimi önemsemeyen bu kadın nerede? Bu sefer sözümü sakınmayacağım. Evet, gerçekten kızgınım.

                                                                       ***

Bu sabah çok erken çıktım dışarı. Zaten minik olan evim(iz)in duvarları sanki daha da yakınlaşmış gibi birbirine. Türkan ve bana inat, biz uzaklaştıkça onlar yaklaşıyor ben nefes alamayayım diye. Nefes ne kadar kıymetli. Huzurla nefes alıp uyuyabilmeyi çok özledim. En az Türkan kadar özledim. Yo, Türkan’ı daha çok özledim. Sadece birkaç gecedir yok yatağım(ız)da. Ama söz konusu olan huzurla nefes alıp vermek ve o nefeslere derin dalıp uykunun tüm benliğini dinlendirebilmesiyse eğer, benim için gerekli olan tek şey Türkan’ın kokusu. Serin uzun saçları ve yuvarlak omuz başları. Gözlerimi açtığımda onlar tam olarak bakış hizamda olmalı. Omuz başlarına gelen ışığın açısına göre anlayabilirim o zaman sabah ile öğle arasında bir saatte olduğumuzu, yeterince dinlendiğimizi ve miskinlik dakikalarının tam içinde sadece ikimizin olduğunu. Tam olarak özlediğim an bu, şu an.

Çok çalıştığım zamanlar, üzerimdeki gömlekle birlikte tüm işlerimi de sırtımdan çıkardığım anda, uyumuş kadınımın yanına uzandığımda tüm sıcaklığıyla beni sarmasını da özledim. Ama bu an yıllar önceydi.

                                                                       ***

Bugün çok sevdiğim arkadaşım Kerem’in evleneceği gün. Her ne kadar benim evliliğimdeki iniş çıkışları, aşkım sebebiyle çektiğim acıları görse de aşık olduğu kadınla evlenecekti pek tabi. Ve ben tabi ki de bu mutlu gününde onun yanında olacaktım.

Ben Kerem’in damatlığının beyaz olacağını hiç düşünmemiştim. Benim düğünümde siyah bir pantolonum, yakaları bordro olan bir ceketim vardı. Tabi şu an olduğum gibi değildim. Saçlarım daha gürdü ve omuzlarım şimdiki gibi çökmemişti. Çok daha dinçtim ve güler yüzlü. Birkaç senedir olağanüstü bir çöküşteyim. Ben de fark ettim bu durumu. Kimse ayna tutmadan önce ben kendim bakmıştım aynaya ve daha önceki bakışlarımda aynada kendimi görmediğimi fark etmiştim bir süredir. Zaman hiç olmadığı kadar belirsiz. Belki de her zaman öyleydi. Zaten birisinin kurallar koyduğu ve diğer herkesin kabul ettiği birimlerden öte değil miydi zaman denen olgu.

Ceket. Ceketi beyazdı Kerem’in. Onların “evet” cevabını alkışlarken herkes bir anda acıyarak bana baktı sanki ya da bana öyle geldi. Herkes biliyor muydu başarısız evliliğimi. Yine kesitirilemeyen ve bana bir ömür gelen süredir karımın eve gelmediğini. Ben bir tek Kerem’e anlatmıştım. Ben zaten her şeyimi, çocukluğumu, babamı, annemi, Türkan’dan önceki aşk sandığım ilişkilerimi sadece Kerem’e anlattım. Türkan’a da anlattım ama benden hiç kaçmasın, beni hiç bırakmasın diye zayıflıklarımı saklamaya çalıştım hep. Mesela onun yanındayken hiç ağlamadım. Şimdi düşünüyorum da ağlamak zayıflık mıydı da? Bir kere Kerem “şimdiye kadar bu kadar gözyaşını saklaman seni çok yıpratmış olmalı” demişti. Sanırım haklı.

Aslında Türkan da çok haklı. Ben kendimi ona hiç tamamen açmadan onun tüm yelkenlerini bana yanaştırmasını istemiştim. Çünkü ben erkektim ve benden beklenenler vardı. Türkan hiç sıradan bir kadın olmamıştı ama ben o çok şahane sürekli dayatmada bulunan toplumun bana biçtiği rolü üzerime geçirmiştim o defteri imzalarken. Bu halim mi hayal kırıklığına uğratmıştı Türkan’ı? Evet, haklıydı. Ama haklılık da özgürlük gibi görece değil miydi? Herkes kendinden görürdü ama ben son zamanlarda Türkan’dan görüyordum kendimi ve her şeyi.

Ortak tanıdıklarımız vardı tabi ki Kerem’le. Onlar da gelmişti nikahlı düğüne. Ben çok kalmayı düşünmüyordum, imzalar atıldıktan sonra piste taşınan alkışlara birbirine karışan renkli kıyafetler ve terlemiş insanlar ordusuna katılmayı hiç istemezdim ve şimdi de istemiyordum. Kerem’i tebrik ettim, “Kusura bakma Türkan da gelmek isterdi ama işi çıktı.” demem gerektiğini hissettim. Kerem hiç inanmışa benzemiyordu. Sanki yine aynı bakışı gördüm gözlerinde. Ortak birkaç tanıdıkla da lafladım. Son derece boş, son derece işlevsiz, bir tutam siyaset bir tutam dedikodu vardı. Dedikodu kısmında izin istedim.

Tam çıkarken Türkan’ın ağabeyiyle karşılaştım. Çok şaşırdım ama belli etmedim. Kerem ile bizim düğünde tanışmış olmalılar diye düşünürken aynı hastanede çalıştıkları aklıma geldi. Hiçbir şey söylemeden sarıldı bana. Tamam bu gün mutlu bir gündü belki ama bu tepki bizim geçmişimize göre biraz anlamsız kaçmıştı. Acaba Türkan’a bir şey mi oldu diye aklımdan geçti ama sabah mesaj atmıştı. Birkaç saate evimizde olacaktı.

                                                                       ***

Ben anahtarı sokup da kapının kilidini açmaya kalktığımda kapının kilitli olmadığını fark ettim. Kalbim ölçemediğim bir zamandır böyle heyecan ve mutluluk dolmamıştı. Türkan, onu ilk gördüğüm zamanki gibi giyinmişti ve saçları da tam olarak öyleydi. Yine tam kestiremediğim birbirimizden uzak kaldığımız zaman diliminde acaba geçmişi mi özlemişti. Benim ne kadar özlediğimi tahmin bile edemezdi. Sadece baktık birbirimize.

Kapı açılınca karşımda gördüm onu. Yıllar sanki hiç geçmemiş ve o hiç yıpranmamış gibiydi. Sanki ben onun yerine de yıpranmıştım. O an acaba geçen süreyi yıpranmışlıkla mı ölçmeli diye düşündüm. Türkan sanki ilk tanıştığımız gündeydi hadi bilemedin ertesi gününde ve ben hem ondan hem kendimden biriktirip de serpmiştim yılların izlerini genişlemiş alnıma ve gözlerimin altına. Ama en çok yorgun bakışlarıma…

Öylece kalakaldık. Tam da onu ilk gördüğümde benim kaldığım gibi. Tek farkı ben onu gördüğümde onun hareket halinde oluşuydu. Bu kez o da duruyordu. Ben “Merhaba” demesem sonsuza kadar öylece kalacak gibiydik. Keşke demeseydim. Bakışları ılıktı.

Ben selam verince farkına vardı kalakalmamızın sanki. Öncesinde hiçbir şeyin farkında değilmiş, meğer. “Aç mısın?” dedim. Sadece gülümsedi. “O kadar sevdim ki seni kadın, Cemal Süreya’nın dediği gibi “Afrika dahil” bütün kara parçalarında sevişmek istedim seninle.” demek istedim. Sadece ton balıklı makarna hazırlamakla yetindim. Geçenlerde aldığım özel bir şarap da vardı buzdolabında. Ha bugün açtım ha yarın açacağım derken, yatık pozisyonda ve oda sıcaklığında hiç muhafaza etmediğimi fark ettim. Neyse önemli değildi.

Ne şaraba ne yemeğe dokunmuştu Türkan. Ağzını da hiç açmamıştı. Bana hala kızgın mı yoksa affettiği için mi gelmişti anlamam mümkün görünmüyordu. Belki de neredeyse tüm şişe şarabı içtiğim için mi bilmem bir anda Türkan’a yaklaşırken buldum kendimi. O da özlemişti ki demek ki hiç karşı çıkmadı bana, tam karşılık da vermedi. İlk sevişmemizdeki gibi.

Gülümseyerek uyanmak için harika bir sebebim vardı. Ancak, yatağın sol yanına döndüğümde içimdeki sevinci yitirdim bir anda. Türkan yoktu. Olmamasının sebebi de yoktu benim gözümde. Yoksa var mıydı? Benim bilmediğimi biliyordum ve şu an tek bildiğimin bu olduğunu düşündüm. Türkan gelip benim ruhumu yükseltmiş ve bir kez daha beni yer çekiminin sebep olduğundan daha fazla bir ivmeyle yerle bir etmişti. Yine! Acaba mutluluk sarhoşluğunda ya da içimde sakladığım kızgınlıkla yanlış bir şeyler mi söylemiştim?

                                                                       ***

Bugün evden çıkmayı hiç düşünmüyorum. Türkan’ı aramayacağım. O gelmesi gerektiği zamanı her zaman bilir. Beni nasıl mutlu edeceğini bildiği gibi. Ve bilerek isteyerek mutsuz ettiği zamanlarda da farkında olduğu gibi. Sadece mutluluktan şımardığım zamanlar beni normale döndürmek için – gerçek hayata – canımı yaktığı gibi.

Kerem aradı. Görüşmemiz gerektiğini söyledi. Acaba evliliğinin ilk aylarında sorun mu yaşamıştı? Ben yaşamamıştım. İlk üç sene dünyanın en mutlu adamı olup en gerçekçi kadından dünyanın en mutlu kadınını yaratmanın haklı gururunu yaşamıştım. O zamanlar ikimizin de gözlerinin aşk ve hayat enerjisiyle parladığı zamanlardı. O zamanlar! İkimizin de güler yüzle ışıldadığı zamanlar. İki temelin de sağlam olduğu zamanlar.

Bir süredir yeni proje bulamıyorum. Mimarlığımı kullandığım pek söylenemez. Artık talep edilen hiç yeni bir şey yokken, sadece sıradan birkaç evi üç beş stratejik obje ile süslediğim, birkaç planla farklı dokunuş yaptığım projeler de artık beni bulmuyor. Tek birikimim(iz) olan bu daire ve bir araba iken belki biraz daha çalışmam gerekiyor.

Türkan çalışma ve disiplin konusunda da benden çok daha iyiydi. Kulaklarından başlayıp çenesine ve boynundan omuzlarına kadar öpücükler kondururken bile gözünde gözlükleriyle ciddi şekilde klavyesinde tıkır tıkır çok mühim raporlarını yazmaya devam ederdi. Sanki tek renk kullandığı hayatındaki ayırt edici renkler sadece yerleştirdiği grafiklerdeki sütunlar ve bendim, benim gözümde yani. Kendimden baktığımda gördüğüm tek şeydi.

Hep mühim işler yaptı Türkan. Ya da öyle görünüyordu demem gerekir. Ben ne zaman arasam, meşguldü en azından. Ya bir toplantıda ya da toplantı için yoldaydı. Eve geldiğinde benim çıkardığım gibi gömleğini çıkarıp asamazdı o. Dünyayı kurtaran edasıyla ve en güzel yeri gamzesiyle bilgiç bilgiç konuşurdu, ciddi konuşurken kaşları çatık, dudakları büzülmüş olurdu. Ben ne kadar güzel binalar çizersem çizeyim, sadece beni avutur gibi desteklerdi. Sanki hiç ona erişememiş ve erişemeyecekmişim gibi, yetersiz hissettirirdi beni.

                                                                       ***

İlk gittiği gün tam on beş kez aradığımı hatırlıyorum. Her zaman başına buyruk, her zaman kendi ayakları üzerinde durmayı seven kadın yine de kocasına haber verebilirdi bir gece ansızın eve gelmemeye karar verdiğini. Kız kardeşi Şükran’ı aradığımda sadece iyi olmadığını öğrenmiştim ve beni daha sonra arayacağını. Ama böylesi çok anlamsızdı. Eğer ki benim bir yarım ise ki kalan yarım bendim. Bir dakika. İnsanoğlu tam doğarken nasıl oluyor da yarım olduğuna inandırılıyordu? Neyse onun şimdi sırası değil. Ben sadece ilk habersiz gecemi hatırlıyorum. Unutmaktan korktuğum için mi hatırlamaya çalışmam. Güzel bir şey mi ki bu hatırlamaya çalışayım? İnsan kendine zarar veren şeyleri sürekli zihin denen denizde yüzeyde tutmaya çalışmamalı. İnsanoğlunun unutabilmesi büyük lütufken, illa da kalbini lime lime ayıran anılarına şamandıra bağlamanın ne anlamı vardı? Çocukluğumdan beri beni mutlu eden anlardan daha fazla mutsuz eden anlara bağlanmam ve acı ile yaşamayı özdeşleştirmem bence hastalıklı bir seçimdi. Eğer ki canım acıyorsa yaşıyorum demekti. Ne saçma.

Bu tavrımın olumsuzluklarını hiç yansıtmamaya çalıştım Türkan’a. Acaba başarısız mı oldum? Şu an yanımda olmamasının sebebi yine ben miyim acaba? Birisini kendinden kaçırmanın sebebi -eğer ki kaçıran sensen- tabi ki de sen olmalısın. Mantık bunu söyler. P ise Q.

Başım ağrıyor. Ömrümde hiç ağrımadığı kadar çok. Sanki tüm dünya tamam abartmayacağım, hayatıma girmiş tüm insanların aynı anda bana bağırması gibi, tam bir huzursuzluk ve gürültü. Evet, gürültü. Sesler var ve çatık kaşlar. Sadece ben baktığımda çatılan, bakmadığımda kendi tekdüzeliklerine devam eden insanlar. Benim çok güzel anılarım olan ama hiçbirini hatırlamadığım ve hatırlamadığım için sarılıp da yeniden yüzeye çıkamadığım insanlar. O bakışlar.

                                                                       ***

Kerem’le görüşmemiz hiç beklediğim gibi geçmedi. Ben ondan daha çok konuştum. Sanırım daha dertliyim, o yüzden. Kerem, kendimi bildim bileli doğru soruları sorardı. Yine en doğru, benim en ince ayrıntılarda kalmış sıkıntılarımı adeta cımbızla çekip çıkardı. Yine ağladım. Bu iyi değil bence.

Neyse ki Kerem böyle şeyleri dert etmez. Hatta beni destekler, hem bu konuda hem de her konuda. En çok da anlatıp içimi dökmem konusunda.

Ama genel olarak Kerem’in de ağzını yoklamaktan geri durmadım açıkçası. Neyse ki evliliğinden memnun. Birilerinin de mutlu olması lazım. Dünyada her şeyin dengesi var. Mutluluğun da öyle. Bazı insanlar çok mutsuzsa, ya kalan zamanlarında onu dengeleyecek kadar mutlu olacaklar ya da başkaları ile bu kalan payı paylaşmak durumunda kalacaklar. Evet, ben böyle düşünüyorum ve hep böyle düşündüm. Bazen en diplerde olduğumda bu beni rahatlattı. Özellikle de çocuklara verilsin isterdim benim mutsuzluklarımın eşitliğine denk düşen mutluluklar. Hayat bunları göz önüne almalı. Yoksa her şey çok anlamsız.

                                                                       ***

Telefon çalıyor. Saat kaç? Kafamı doğrultmak istiyorum ama yarattığım tüm binaları -tamam abartmayacağım sadece sondan üçüncüsü de olabilir hani ödül aldığım ve bizim camiaca bilinen bir dergide röportaj vermeme sebep olan tasarım- sanki kafamın üstünde tam da alnımın çatında hissediyorum. Neyse ki sustu. Yoksa kalkmak çok güç. Hangi kazağımı giymiştim o röportajda ben? Sadece kazak mıydı acaba? Kesin içine gömlek de giymiştim. Beni Türkan hazırlamıştı çünkü. Bana gömlek üstüne kazak giydiğimde çok yakışıklı olduğumu söyler öperdi o zamanlar. Heyecanımı yatıştırmayı da ne kadar iyi bilmişti, değil mi? Buralarda bir yerde olmalı aslında o derginin sayısı. Saklamıştı hayatımın aşkı. Sanırım kollarımın üstünde de diğer binalar var ki onları da kaldıramıyorum. Şu an tek istediğim hiç istifimi bozmadan yatayım, pencereye gelen ışığa göre gözlerimden birini – tabi ki de solu, çünkü ben sağıma yatmayı severim – hafifçe aralayayım ve saati tahmin etmeye çalışayım. Biçilmiş bir birim olan saati, neyse ki uyuyunca daha hızlı geçiyor. Sonra gece olsun ve yine gündüz ve yine gece ve yine gündüz ve…

                                                                       ***

Evet, bu seferki gündüzde artık kalkmam gerekiyor, çünkü bir şeyler yemem gerekiyor. Hani insanın canı hiçbir şey istemez ama yemek zorundadır ya. Tam o hislerdeyim yani. Aç hissetmiyor gibiyim, çok uzun süre yemek yemeyen insanlarda olurmuş bu his derler. Kimler der?

Tabi ki de ben bunu Mehmet’ten dinlemiştim. Karakoldaki işkence günlerinden sonra evine gönderilenler arasında olduğu için şanslı görülen. Benim görüşüm ise gözaltında kaybolanlar kadar şanssız oluşuydu. Yaşadıklarını atlatmak şöyle dursun. Her gün yaşadı can dostum. Unutmak insanlara verilmiş bir hediye. Herkes o hediye paketini açıp da o pakete anılarını koyamıyor işte. Onun anıları sökülen tırnaklarından da daha sökülemezmiş ki demek ki, koparıp da kalbinden ve ruhundan koyamadı o kutuya.

İşte o demişti, o anlatmıştı bana bu hissi. Aç hissedecek hali yokken, sadece hayatta kalabilsin diye annesinin onu besleme çabaları. Yirmi beş yaşında bir bebeğinin olması bir ananın. Dünyanın en somurtkan, en çok çekmiş bebeği. Gözbebekleri sanki yüzyıllarca yaşamış gibiydi Mehmet’in.

İnsan ruhunun tek görünebilen yeridir göz bebekleri. O yüzden bakışlardan korkuyorum ben. O görünen yüzlerin çok ötesinde -ama değil- bir benlik. Ve tek kendinden ve varlığından haber salık veren yerler işte gözler. Gözbebekleri. Bir yerde okumuştum insanların tüm yaşadıkları, görüp geçirdikleri tabi, gözbebeklerine -ya da retinaya mıydı- işleniyormuş. Adeta insanların yaşamları minicik bir alanda çizikler atıyor, yaşanmışlıklar hep benim korktuğum yerde. Ve işte bu yüzden ruhlar da kendilerini oradan gösterebiliyorlar. Belki de onlar kendilerini oradan gösterdikleri için retinada görünen çizikleri keşfedebildi bilim insanları, nereden belli.

Buzdolabı tam takır, kuru bakır. Annemin lafıdır bu. Doğru yerde mi kullandığımdan bile emin değilim. Telefonum yine çaldı. İyi ki pili bitmemiş, bu kadar çalmaya. Çalmasa varlığını unutacaktım. On dört kez annem aramış, bu on beşinci. Ben de on beş kez aramıştım Türkan’ı ilk gittiğinde.

                                                                       ***

“Nasılsın oğlum?” diyor Perihan Sultan. Nasılsın? Nasılım? Bilmiyorum ki. Alışkanlık işte “İyiyim” diyorum. Sanki konuşan ben değilim. Sesimi duymayalı çok olmuş gibi. Sadece iç sesim benimle yine kestiremediğim bir süredir.

Annemin sesini analiz etmeye çalışıyorum bir yandan. Bir oğlu olduğunu ve ona kol kanat germesi gerektiğini çok sonra anlamış, vicdanından gelen rahatsızlıkları sezebildiğim bir ses tonuyla konuşuyor sanki. Gözlerini görsem emin olabilirdim bu dediklerimden. Neyse belki de bana öyle geliyordur. Ankara’ya çağırdı beni. Değişiklik olur diyor. Hiç tereddütsüz “Hayır” diyorum. “Ya Türkan gelirse? Evde olmam lazım.” Ağlıyor annem. Sebebini anlamadan “Ağlama” diyorum, belki gerçekten özlemiştir. Sanırım biraz sesimi de yumuşatmam gerekiyor. Yılların kızgınlığını kısa bir telefon konuşmasında sadece ses tonlarına yüklemek zaten haksızlık olur.

                                                                       ***

Bugün Kerem çağırdı. Daha doğrusu telefonumda alarm varmış, “Kerem’le Görüşme” adıyla. Ne zaman kurdum hatırlamıyorum. Ama daha zor bir soru geldi aklıma bugün. Ben Kerem’le bilmem nerde tanışmıştım. Bu sefer ki bilinmezlikte en azından bilmem kim’i biliyordum ama bilmem nerde’yi hatırlayamıyorum. Sanki hep hayatımda gibi geliyor şu an. Ne bileyim babamın öldüğü zaman, Türkan’la tanıştığımda, evlendiğimde, her kritik kırılımda bir şekilde yanımdaymış gibi. Çok mu konuşuyorum acaba onunla, çok mu anlattım geçmişimi de o da biliyormuş birlikte yaşamışız  gibi oldu ve ben de öyle hissediyorum şu an.

Bugün sorsam mı acaba? Ayıp mı olur? “Keremcim sen beni bilirsin, unutkan bir adamım. Hani sana anlattığım o hediye paketi var ya. Unutabilmenin bize hediye olarak gönderildiği paket. Hah işte ben ona benden en kolay kopabilen güzel anıları koyuyorum. Demek ki seninle de hep güzel anım olmuş canım kardeşim, ondan hatırlayamıyorum” desem. Ama bir dakika, Türkan’la olan güzel anılarım kutuda değil, benimle hep. Neyse o benim hayatımın aşkı ve nefreti olduğu için, anılar çok harmanlaşmış, zihnim de bilememiş olabilir hangi kategoride tutalım, kutuya gönderelim mi falan. Ben bugün soracağım Kerem’e ya. En kötü biraz bozuk atar.

En iyisi şimdi biraz hava almak. Moda’ya mı gitsem? Oradaki fenerde güzel bir şeyler de yerim belki, üstüne de kahve. Deniz görebildiğim her yerde alabildiğine uzanmış olur. Bugün hava da güneşli. Şansıma işte. Ama ne giyeceğim? Kendimi bildim bileli beni bir kadın giydirdi. Bazen dolaylı bazen direkt. Çocukluğumda bana bakmaya gelen kadın giyeceklerimi de temiz ve ütülü şekilde kombinasyonlar halinde koyardı. Hiç düşünmeden hop alır giyerdim. Evlenene kadar da bu böyle gitti. Sonra da Türkan’ım hazırlardı – yalan söylemeyeyim o kadar da hazırlamazdı. Sadece ben bir şeyler denediğimde altındaki kalsın üstüne şu gömleğini giy, derdi. Ben de eşşek değilim ya, bir süre sonra öğrendim ona kendimi beğendirmeyi. Ama şimdi beğendireceğim birisi yok evde. Belki Türkan da Moda Feneri’ndedir. Orayı çok severdi. Ben yine de onun sevdiği kıyafetlerimi giyeceğim.

                                                                       ***

Bu yan masamdaki adam da ne dil döktü kadına. Biraz dikkatli baksam kendimle Türkan’ı göreceğim sanki. Gözlerimi dikmemeye çalışıyorum. Rahatsız olmasınlar. Ama beni rahatsız ediyorlar. Birkaç martı ile sohbet etmeye çalışıyorum ben de Türkan gelene kadar. Gelecek mi? Martı Jonathan geleceğini söyledi. O martılar içinde en sevileni ve saygı duyulanı. Belki bir bildiği vardır. Bir de uçabilen bir varlık sonuçta. Belki de az önce uçarken gördü bir yerden yürüyerek geliyor Türkan. Ki o yürümeyi çok sever. Her zaman fittir o yüzden de. Ama çok da tanımıyor ki Jonathan onu. Görünce nerede anladı ki o yürüyen kadının Türkan olduğunu? Belki de Aysel adında bir kadın, nereden belli?

Şükran da olabilir bak. Benzerler çünkü onlar iki kardeş. Kesin Şükran, ama o gelmesin. Hiç istemiyorum. Çok sulugöz. Ne zaman görüşsek bir ağlamalar bir haller. Tamam hayatından memnun olmayabilirsin de benim derdim mi. Zaten ağlamaya başladığı an kapatıyorum şalteri ben. Deniz varsa ona bakıyorum, ya da ne bileyim izleyecek bir şeyler bulurum. “Sen de kendine çok iyi bak. Lütfen habersiz bırakma” diyene kadar da açmıyorum işte şalteri. Bu iki cümle bitti anlamına gelir. Neyse Jonathan da olsa kuş sonuçta. Ben bile gördüğüm bir insanı ikinci kez görünce tanımayabiliyorum.

Ama bu kadın da az değil. Tamam artık, adam sana sırılsıklam aşık işte. Yeter acı çektirme. Bir bakıyorum ki kadına. Türkan! Buraya kadar gelip de selam verilmez mi! Adama bakıyorum, kim bu densiz diye. Birazdan yumruğumu yiyecek, haberi yok. Hala bıdır bıdır sevgi sözleri. Biraz yaklaşmaya çalışıyorum ki adamın yüzünü net göreyim. Vurmadan önce hedefi tanımak gerekli. Aman Tanrım! Sanki benim bu adam, bir daha bakayım. Sanırım burada fazla uzun süre oturdum ve bir geçmiş-gelecek kesişiminde buldum kendimi. Kafayı yememek için kendimi çimdikledim. Ya da o rüyada mıyım diye yapılan bir hareket miydi? Geçmişteki ben’i bulmuşken bir çift sözüm var, onu da söylemeden kalkıp gidemem buradan. “Bana bak adam” diyeceğim, “Bu kadını çok seviyorsun biliyorum, ama çok da kapılma sonra benim gibi olursun.” Desem de nafile olduğunu bile bile dedim ve gittim. Tabi gelecekteki kendini tanıyamadı adam. İnsan tahmin edemez bu denli çökeceğini. O da haklı. Bu seferki haklılık görecelikten bir nebze daha uzak.

Saat kaç oldu acaba? Hay aksi şeytan! Telefonumu evde unutmuşum iyi mi? Kerem’in adresi de orada yazıyordu. Her zaman gittiğim yeri nasıl olur da hatırlamam. En azından muhit tanıdık geldi. Ama gördüğüm her apartman sanki önceden girdiğimi hatırladığım yerler gibi. Mesela bu desenli siyah demir kapı. Sanki dün bu kapıyı açtım ve içeri girdim. Galiba burası, tam hangi zile basmam gerekiyor diye zilleri okumaya çalışırken bir yaşlı amca çıktı içeriden. “Buyrun kime bakmıştınız?” Kerem’i sordum, doktor Kerem. Yaşlı adam nasıl da yabancı bakıyordu bana, Kerem’in adını duyunca biraz sevecenlik geldi ama sanırım bakışlarına. Çok değil gözbebeğinin yüzde ikisi kadar birer damla sevecenlik. “Siz Kerem Bey’in hastasısınız o zaman. Onun muayenehanesi üç apartman yanda. Çok geçmiş olsun.” Hayır efendim, ben onun arkadaşıyım, hasta değilim ben. Bunu içimden mi dışımdan mı söyledim, bilmiyorum.

Üç apartmanı tam üç kez saydım. Ama yine de bulamadım. Aklımda da hala Kerem’le bilmem nerede tanıştığım var. Bilmem nerede? Türkan mı tanıştırdı yoksa bizi? Peki Türkan’ın ara ara kaçmaları Kerem’e miydi? Bak ben bunu hiç düşünmemiştim. Of kalbim ağrıyor. Bu sefer de kolumdan ve alnımın çatından oraya mı taşındılar acaba binalar?

Ben Kerem’e güvenirim. Yapmaz öyle şey. Ne diye kime güveniyorsun be adam? Daha nerede ve nasıl tanıştığını hatırlamadığın bir adama nasıl güvenirsin?! Hem Türkan bu kadar güzelken. Ben bunu niye daha önce düşünemedim!

Tamam apartmanın önündeyim. Güneş ne zaman battı? Önemli değil, benim daha büyük bir meselem var. Güneş’in canı cehenneme! Bu da saçma oldu. Belki kendisi cehennemden –eğer ki varsa- kat be kat daha sıcaktır. Hem cennet de cehennem de bu dünyada, der annem. Hatta bir keresinde bir hocanın cehennem denen yerin dünyanın yedi kat altındaki magmalar olduğunu anlattığını da duymuştum. Sanki gitmiş bakmış da beyefendi. Herkes de bilmeden konuşmaya çok hevesli. Güneşin canını cehenneme göndermemeye karar verdim. Yine de hocanın dediğini kulak arkası etmemek lazım. Doğruysa bu hareketim tüm dünyanın sonu olur. Koskoca güneş dünyaya biraz daha yaklaşsa bile tüm canlılar ölür. Sadece Kerem, Türkan ve ben ölsek yine iyi, çocuklar da ölebilir. Onlar ölmesin!

Biraz apartmanın önünde beklemeye karar verdim. Ölçemediğim bir zamandır Türkan bana, kocasına gelmedi. Kerem’in muayenehanesinden çıkacağına adım gibi eminim. Burada biraz daha beklemenin hiçbir zararı olmaz. Hem bugün hava o kadar soğuk da değil. Belki de bahar gelecektir. Tarihi bilen var mı?

                                                                       ***

Onu tanımayayım diye bir eşarp geçirmiş başına Türkan, normalde lens takar bir de gözlük takmış ki sanki ben tanımayacağım. Önce gözbebeklerim inanamadı onu gördüğüme ki bu ruhumun bu gerçeği inkar etmesi demekti. Sonra da kalbimde oturan binalar sallandı. Sanırsın Japonya’dayız, sadece kamera görüntülerini bildiğim için aklımda o görüntüler… Ama ben bizim binaları biliyorum. Hiçbiri bu sallantıdan sağ çıkabilecek kadar sağlam değil.

“Bana bunu nasıl yaparsın Türkan? Nasıl? Ben seni sadece sevdim!” deyip kollarından sarsmak istedim. Sanırım kendimi tutamayıp yaptım da. Gözlerinde şaşkınlık ve korku vardı Türkan’ın ve en az o kadar yabancı. Koşarak uzaklaştı. “Gitme!” dedim. Ardından hıçkıra hıçkıra bağırdım. Bu yakanın tüm martıları duydu sanırım. Jonathan geldi uzaktan. Gerçi onun için çok uzak sayılmaz, benim buraya yürümem üç saat sürmüş olsa da onun kanatları var. Benim ilk hıçkırığımda duyup yola çıktıysa belki dört ya da beşincisinde yanımda olabilirdi.

Gözlerimi yumdum. Türkan gözlerimi açtığımda karşımda olsun istedim. Nefes almaktan daha çok istedim bunu. Gözlerimi açtığımda Jonathan yoktu. Kerem vardı ve telefonda konuşuyordu. Seçebildiğim kelime öbekleri şunlar oldu: “Perihan Hanım, oğlunuzu yatırmamız gerekecek. Eşinin ölümünü inkar aşaması fazla uzadı ve az önce bir kadını eşi sanıp hırpaladı.”

HSZ
İstanbul
25.01.2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder