Ne zaman ay bu akşamki gibi aydınlatır
Bizleri ve denizi
Işığını incitmekten korkak
Nefesimi tutar
Seni beklerim.
HSZ
AHL, 22.08.2013
İçimden geçenleri döktüm buraya
Serdim hepsini bu sarı sayfaya
Haddime düşmez ama
Amacım sadece bir ayna olabilmek duygulara...
Serdim hepsini bu sarı sayfaya
Haddime düşmez ama
Amacım sadece bir ayna olabilmek duygulara...
25 Ağustos 2013 Pazar
12 Ağustos 2013 Pazartesi
İlk Hikaye - Düğüm
DÜĞÜM
El bagajı, sırt çantası ve evraklar... Yeniden saydı, cüzdan,
telefon, şarj aleti, kredi kartlığı, hepsi tamamdı. Saat henüz erkendi ama
yarın sabah Ankara’daki duruşması için çalışmaya vakti kalsın istiyordu. Hem
zaten beklemeyi de bekletmeyi de sevmezdi, geç kaldığında gergin olur,
kaşlarını çatardı ve hafifçe büzülürdü dudakları. Küçükken dudaklarının içini
ısırma tiki vardı rahatsız olunca, kendi kanının tadını bilirdi. Neyse ki artık
bu tikinden vaz geçmişti, artık fiziken yıpratmasa da kendini, sıkıntıya
düştüğünde bir el hissediyordu boğazında. Sanırım yeniden guatr için testlerini
yaptırmalıydı, onu hatırladı ve telefonuna hatırlatma kurdu, erteleyeceğini
bile bile.
O bunları düşünürken taksici bir anısını anlatmaya koyulmuştu
bile. “Geçtiğimiz ay sizin gibi bir bayan binmişti arabaya. Eli kolu dolu, o da
Taksim’e gidiyordu. Bıraktık ablamızı, 1 saat sonra telefon geldi durağa,
nerden bulmuşsa artık numarayı. Küçük bir çantam vardı, takside düşürdüm, dedi
telaşlı. Bir baktık 2,500 TL var çantada bir de küçük gözünde ayrı 300 TL.
Sevindi tabi söyleyince tutarları da. Ben gelip alacağım, dedi. 1 ay sonra
geldi. Bilseydik kullanırdık parayı ne bileyim faize falan koyardık” Bir yandan
da tepkilerini ölçmeye çalışıyordu dikiz aynasından. İclal de minik tebessümlerle
onaylayıcı şekilde dinledi. Şoför sıkılmış olmalı diye düşündü, kim bilir
geçtiğimiz aydan beri kaçıncı kez aynı heyecan ve coşkuyla anlatıyordu. “Yani işin özü biz durak taksisiyiz abla,
bizde yamuk olmaz, güveniliriz, Allah utandırmasın.” deyip yanaştı havalimanı
servisinin arkasına. İclal biraz dalgındı ama yine de göz göze gelip teşekkür
etmeyi ihmal etmedi.
Tüm Taksim kazı halindeydi. Servislerin yeri değişmişti, daracık
sokak aralarından koskoca otobüsler geçmeye çalışıyordu, korna sesleri ve
huzursuz cümleler geliyordu kulağına. Ancak asıl düşündüğü bu değildi şu an.
Daha 40 gün önce mahşer yeriydi Taksim. O olaylar sırasında İstanbul’da
olamadığı için çok üzülmüştü İclal. Teyzesinin ona hem mesleki konuda hem de
manevi olarak ihtiyacı olmuştu, o da ayarlayabildiği ölçüde İzmir’deki direnişe
varlığıyla destek vermeye çalışmıştı. Ama arkadaşları vardı Gezi Parkı’nda,
sosyal medyadaki paylaşımlarıyla biraz daha dahil hissetmişti, onlardan an be
an haber almış, ana akım medyanın göstermediklerini onların sağladığı canlı
yayın ile yakalamıştı. Geleceğe dair umutlarının alevlerini yoklayarak bindi
servise, her şey güzel olacaktı. Şunları
mırıldandı kendi kendine:
“Dayanamayıp sesimizi çıkaracağız
Kalbimizden gelen cümleler seslenecek ciğerlerimizden...”(*)
Biraz uykulu, kesik kesik rüyalarla geçirdi havaalanına kadar
vakti. Nedense rüyasında Orhan’ı görmüştü. Anlam bütünlüğü yoktu hatırladığı
görüntülerde. Yine alakasız bir yerde, kimsenin geçmediği bir sokakta ve
saatte, bir market kapanırken kasa kapanmadan hemen önce aynı sırada ya da
metroda olduğu gibi geçmişte yine aklını bulandırmak için çıkmıştı karşısına bu
sefer rüyasında. Evet çok güzel başlamıştı her şey üç yılı azca aşkın bir süre
önce, Orhan yaptığı süprizlerle ve sözleriyle romantik bir aşıktı ve kapılmak
çok kolaydı. İlk başlarda üstüne düşmesi hoşuna gitse de İclal’in, bazı ısrarcı
davranışları yapısına uygun düşmemişti. Aslında yapısı da değil, bu işler
hissetmekle olurdu ve belli ki İclal onun kadar aşık olmamıştı. Çoğu zaman
geriye baktığında kolaylıkla bu cümleyi söyleyebiliyordu. Ancak ne zaman önüne
bakmaya kalkışsa bir şekilde yoluna çıkıyordu Orhan. Sadece üç aylık bir
ilişkiden sonra hala daha hayatından tam olarak çıkamamış olması hem rahatsız
ediyor hem de düşündürüyordu. Ortak haber alabileceği bir arkadaşı olmamasına
rağmen kendisini de şaşırtır şekilde kesişiyordu yolları ve İclal’in soğuk
tavırlarıyla hemen buz kesiyordu o anların yarattığı atmosfer. Sadece noktasal
kesişimler gibi yani. Avukat olmasına rağmen hep çok severdi İclal üç boyutlu
düşünmeyi ve maddeselliği. Sayısal yönü de kuvvetliydi. Neyse denedik ama bir
sarmal olamadık deyip düşünmemeye çalıştı ama kesip atamadı. Geçen senenin
sonunda yeniden deneme gafletine düşmüşlerdi ancak ikinci görüşmede İclal yine
soğuk maskesinin ardına gizlenmişti.
Bu sıralar fazla düşünür oldum bu konuyu dedi kendi kendine.
Güvenlik bariyerlerini geçip biletini aldıktan sonra saatini yeniden
takabilirdi koluna. Baktı, henüz 1,5 saatim var dedi. Şimdi kafasını verip duruşmasına
hazırlanacak bir yer aramaya koyulabilirdi.
***
İclal’in 3 kişi gerisindeydi Pervin. İlk kez havaalanına
giriyordu, ilk kez uçağa binecekti, hem korkuyor hem de heyecanla büyük istek
duyuyordu uçmak için. Şimdi amcası geride kalmıştı. Bir kez daha döndü baktı,
göremedi. Elindeki bilete indirdi gözlerini. Çok erken geldim diye düşündü.
Kendisini çok yabancı hissettiği havalimanında göz gezdirdi yürürken. Ne kadar
da kalabalık dedi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle. Amcası, sen buraya
hayran kalırsın şimdi, ilk defa biniyorsun uçağa sonuçta ama asıl diğer
havaalanını görürsen inanamazsın, demişti. Bulunduğu noktadan tahayyül etmeye
çalıştı diğer havaalanını, henüz içinde bulunduğu havaalanının sınırlarını bile
göremeden. Elinde olmadan otogarla karşılaştırdı, işleyişi onun gibi olmalı
dedi ama çok da üstünde durmadı. Madem erken gelmişti, Hayriye Ablasının
verdiği kitaplardan birini okuyayım da mahçup olmayayım diye geçirdi içinden. Zaten çok bilmiş yengesinin
bakışlarından saklamaya çalışmıştı kitaplarını. Görse saatlerce konuşmaya
kalkar, hem kendisini hem de onu çuvalla günaha sokardı. Hadi yengesini
geçsindi artık Pervin’in düşüncesine göre de kendisi defterine tek bir leke
olmaması için özenle yaşarken böyle bir müdahaleyi kaldıramazdı. Hem amcası
neden böyle biriyle evlenmişti ki. Annesi hiç haz etmezdi zaten o kadından,
Pervin giderken de çok rahatsız olduğunu yineleyip durmuştu kocasına. Babası
da, biz kızımıza iyi öğrettik dinine sahip çıkmayı merak etme, hem zaten
Ankara’da Mehmet’in yanında, tatilde
gidip biraz İstanbul da görsün, görsün de çok özenmesin, öyle tek başına
gitmelere kalkmasın, görecekse amcasının nezaretinde görsün, demişti. Pervin
korkardı belki İstanbul’dan tek başına ama bu şekilde geçen konuşmalar da biraz
kısıtlandığını hissettirmişti ona. Henüz 19 yaşındaydı, gerçi buna henüz mü
demeliydi yoksa artık 19 yaşındayım mı demeliydi, bir an için kararsız kaldı
düşünürken. Ama ne olursa olsun Amasya’da evdekilerin, Ankara’da da babasının
askerlik arkadaşı Mehmet Hoca ve karısı Hayriye Abla’nın gözetiminde olmak, çok
iyi insanlar tabi Allah günah yazmasın, kısıtlayıcı geliyordu.
Aklına üniversite kaydından sonra cemaat kız yurduna ilk girişi
geldi. Hayriye Abla, kayıt masasında teslim almıştı Pervin’i ailesinden. Bir kız
daha vardı Hayriye’nin elindeki kağıtta, Pervin görmüştü. O belgelerini teslim
ederken Hayriye görüş alanında kalacak mesafede uzaklaşmış sinirli bir şekilde
telefonda konuşmuştu. Pervin o zaman daha rahat inceleme fırsatı bulmuştu,
siyah denecek kadar koyu bir lacivert aba pardesüsü, altın sarısı türbanı
vardı, saçlarının uzun olduğu türbanın kavisinden belli oluyordu, hatta gür
sanırım saçları dedi kendi kendine. Annesi önceden bunun bağlanma şekline göre
ayrılır gruplar demişti. Pervin kendini bildi bileli annesinde baş örtüsü
vardı, ama bağlama biçimi falan bilmezdi pek. Annesi kayıt için hep birlikte
yola çıkmadan önceki akşam, “Hayriye’yi tanırım ben uzaktan, o ne derse yap,
sözünden çıkma sakın, bizden daha çok bilirler onlar hem Ankara’da hep birlikte
hareket ederler, dini doğru kaynaklardan öğreneceksin. İstekli olduğunu göster
ona” demişti.
Hayriye yaklaşırken sesinden sinirli olduğu anlaşılıyordu, “Sen
bilirsin valla, sonra aç kalınca geri dönmek istersin, o zaman Mehmet Hoca’ndan
izin alırsın. Haa öyle mi, manevi huzurunu git başka yerde bul madem. Doğru
yoldan çıkma diye çok bile dil döktüm sana. Ben yine de dua edeceğim, çünkü
bizim büyüklüğümüz bunu gerektirir. Allah’a emanet ol.” dedi ve kapattı
telefonu. İki adım daha attıktan sonra az önceki gerginliğin tamamı sanki iki
aşamada akıp gitmişti yüzünden. Bir anda bu kadar hızlı değişebilmesi, az
önceki konuşması ve tavrı korkutmuştu Pervin’i. Ama o iki adımdan sonra hep çok
yumuşak, sevecen ve yapıcı olmuştu Hayriye ona. Kendi kızı gibi mi görmüştü
acaba. Çocukları olmamıştı Hayriye Abla ve Mehmet Hoca’nın. Geçtiğimiz anneler
gününde göz pınarlarından taşan yaşları görünce Pervin yanına gitmişti yatsı
namazı sonrasında. O zaman çok kısa anlatmıştı Hayriye Ablası, saçını okşamıştı
Pervin’in anlatırken. Çok tatlı gelmişti ona, çok huzurlu. Birkaç doktora
gitmişler, sonrasında Mehmet Hoca’nın “Allah böyle uygun görmüş demek ki”
demesiyle sona ermiş tıptan çare arayışları. Hayriye Abla da zaten cemaat için
ihtiyaç varken yurtlardan birine geçmiş, Mehmet Hoca da erkek yurdunda görev
alıyormuş o zamandan beri.
Ve yurtlar... Her ne kadar ilk girdiğinde yabancı hissetse de
kendini sonra alışmıştı Pervin bu ortama. Çirkin ve eski halıların
bitiştirilerek konulduğu bir sürü oda... Yerin parke ile kaplanmış olduğunu
anlamak için boyutları birbirine uymayan bu halılar arasından bakmak
gerekiyordu. Ve koku... O ilk karşılaştığında yabancı gelen koku. Her evin
kendine ait kokusu vardır tabii ama bu yurt ve benzerleri farklı kokuyordu. Bir
kez Mehmet Hoca’nın yanına gitmek için erkekler yurdunun girişine gitmişlerdi
Hayriye Abla’yla. Orada bu kokunun üstüne biraz daha gül suyu askıya asılmış
gibiydi sanki. Mehmet Hoca’yı beklerlerken holde, birkaç yurt sakini geçmişti
önlerinden. Sanki kafalarını kaldırıp da baksalar Pervin’e o an çarpılacakmış
gibi milim oynatmamışlardı bakışlarını dahi. Belki de baksalar Hayriye Abla’nın
hocalarına ispiyonlayacağından mı korkmuşlardı acaba. Neyse bakmamaları daha
iyi olmuştu. Hem o zamanlar Pervin çok meraklıydı ama artık alışmıştı
buralardaki düzene. 1 sene geçmişti ve hızlı öğrendiğini düşünüyordu. Annesi
çokça tembihlemişti her konuda zaten. Her gün de konuştuklarında anlattırıyordu
ona o gün içinde yaptıklarını, öğrendiklerini, tanıştığı kişileri. Ancak
zamanla Hayriye Ablasının yumuşak bir kalbi olduğu kadar çok katı kurallarının
olduğunu ve uymadığı zaman o ilk karşılaştığı ve korktuğu kişiye
dönüşebildiğini de defalarca görmüştü.
Saatine baktı. Babasının üniversiteyi kazandığı için Ankara
Kızılay Çarşısı’ndan aldığı saate, kitabını kapatıp çantasına koydu ve bilette
yazan 207 A numaralı kapıyı aramaya koyuldu.
***
İclal iş dışında neredeyse her zaman kot pantalon, spor ayakkabı
ve rahat bir bluz ya da tişort tercih ederdi, özellikle de yolculuklarda. Ki
hatrı sayılır ölçüde yolculuk yapıyordu. Sadece bu seneyi düşündü yedi ay
içinde 5 kez Ankara, 4 kez de İzmir yolculuğu yapmıştı, hatta 6 kez gitmişti
Ankara’ya evet. Bundan bir önceki de Hasan içindi. Zaten Ankara’da bu kadar
dava almasının sebebi de o değil miydi.
Hasan’ın bencilliği geldi aklına ve kendisinin iyi niyetiyle
fedakar halleri. Kendine acıdı, Hasan’a kızdı, ama bu kadar kapıldığı için
kendine daha çok kızdı sonra. Yine boğulur gibi olmuştu. Sürekli her haftasonu
bir arkadaşının düğününe gitmekle geçiyordu, belki ondan geliyordu aklına
geçmişle ilgili hesaplaşmalar. Ama biraz olsun kendisini tanıyorsa bundan
önceki ilişkilerinden birini evliliğe değin ilerletse –ki konuşulduğunda dahi
soğuyordu önceleri- şu an bir meslektaşıyla konuşuyor olabilirdi. En kısa
şekilde nasıl boşanabileceğini. Kendisini aramaya başlamıştı daha 1 sene önce
evlenen arkadaşları dahi. Ne kadar da üzücüydü bu durum.
Artık kalkmıştı kahve içtiği yerden yavaş adımlarla yürüyordu.
Ayağına giydiği sandalet her adımda canını acıtmaya başlamıştı. Giydiği açık
renk İspanyol paça pantalon ve Parliment mavisi bluzün altına şimdi el
bagajındaki spor ayakkabı pek de yakışmazdı. Gerçi şık giyindiği duruşmalardan
sonra eve ya da otele giderken dayanamayıp spor ayakkabılarını giydiği çok olmuştu.
Ama kırk yılın başı özenip de böyle sade şık giyinmişken biraz daha sabretmeye
karar verdi. Gözü bir reklam panosuna takıldı. Sözde yeni bir yüz bulunmuş ve
“markamızın yeni yüzleri” italik yazılarıyla bir kadın ve bir erkek konmuştu,
yine bir parfüm tanıtımı için. Esasen bu sektörde hep yeni yüzler aranırdı, ama
değişen sadece isimler gibi gelirdi İclal’e. Erkeklerin yüzlerindeki kemiksi
yapı, kadınlardaki yuvarlak hatlar hep aynıydı sanki. Televizyonlarda, reklam
panolarında, gazetelerde hep aynı yüzler vardı.
Hatta bu siyasette de öyle olmuştu ülkesinde. Ömrünün neredeyse
yarısı süresince -ki kendini bildiği ve çevresini tartabildigi zamanların
yaklaşık tamamı oluyor- hep aynı siyasetcileri gördü, aynı tip kesilmiş bıyıklı
adamlar, hep dinden konuşan ve hitabetlerinin önemli bir kısmı Arapça kelimeler
içeren adamlar. "Kadın"lara tek kelime sormadan onlar adına kararlar
alan yasa çıkaran ve kısıtlamaya, sindirmeye çalışan adamlar...
Aslında feminist geçinen biri değildi, sadece haksızlığa ve cinsiyetçi
yaklaşıma dayanamıyordu. O yüzden olabildiğince madur edilmiş kadınlara cüzi
tutarlar karşılığı bazen de ücretsiz avukatlık yapmaya çalışıyordu. Elinden
geldiğince işte.
207 numaralı kapıya geldiğinde girişini kontrol etti, A bölümünde
kendine yer bulmak için ilerledi. Oturmak istemiyordu. Ayakkabı verdiği acının
dozunu arttırmasına karşın uçakları görebileceği şekilde camların yakınında
durmayı tercih etti. Eşyalarını bıraktı. Dışarıya bakmaya başladı ve hemen onun
ardından orta yaşın üzerinde bir çift ve tekerlekli sandalyede oturan oğulları
geldiler yakınına. Çocuğun zihinsel bir rahatsızlığı olduğu ilk bakışta
anlaşılıyordu. Uçağa bineceği için ya da ortamdan dolayı gergin sesler
çıkarıyordu. Annesinin “Efendim bi tanem” demesiyle tekrar ettiği seslerin
“Anne”ye en yakın sesler olduğunu anladı İclal. Annesi defalarca okşadı
saçlarını, gözlerinde bir kez olsun bıkmadım, her şeyiyle, tüm dertleriyle
benim evladım o, dercesine bir bakış vardı. Oğlunun tüm sıkıntılarına rağmen
yaşadığı için onunla gurur duyan; üzüntüsünü, beslediği sevginin ve şefkatin
gölgede bıraktığı güçlü bir anne vardı karşısında. Babası da elindeki evrakı
inceliyordu bir yandan oğlunun gerginlik durumunu ölçer bakışları arasında.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nden gelmişlerdi elindeki dosyanın kapağına
göre.
Hayran hayran anne oğulun aşkına bakarken İclal, sevecen
bakışlarıyla karşılaştı annenin ve bir adım attı onlara doğru hiç düşünmeden.
Biraz evladın ilgisini çekmişti şimdi. Çocukla aynı hizada olabilmek için
dizlerini kırdı ve elini uzattı. Artık gergin sesler çıkarmıyordu çocuk, hem
annesi hem de babası gülümser gözlerle baktılar bu duruma, memnun. Ve tanıştı
İclal... Belki de bir daha hiç görmeyecekti ama o an’ı paylaştı ve elini
tutarak biraz olsun yatışmasına katkıda bulundu çocuğun. Çocuk da gülümseyince
çok mutlu oldu İclal. Artık kapıdaki görevlinin küçük arkadaşını götürme zamanı
gelmişti. Karşılıklı teşekkür bakışlarıyla ayrıldı İclal ailenin yanından ve
buruldu içi, bi an yeniden ailesinin özlemi hissettirdi kendini.
***
Pervin’in heyecanı artmıştı ama belli etmemeye çalışıyordu. Aldığı
en temel öğretilerden biriydi tepkilerini ve duygularını her zaman ölçmek. Asla
dışarda kahkaha atmazdı, hatta düşündü bir an, dişlerini göstererek güldüğü,
Hayriye Ablasının deyişiyle pişmiş kelle gibi sırıttığı, bir zamanı dahi
hatırlayamadı. Şimdi kendini bıraksa, belki de hafif zıplamalar ile ıslık
çalarak yürürdü. O şekilde yürüdüğünü ve çevresinde herkesin baktığını
canlandırdı gözünde, utandı, yanakları kızarmış olmalıydı, hafifçe yandıklarını
hissetti. En iyisi bir köşeye oturup herkesin hareket ettiği zaman onlarla
uçağa gitmekti. Elindeki bilete tekrar baktı, kapının numarasına baktı, uçağın
bilgilerine baktı, tamamdı. İlerledi, ilerledi, bir adamın bakışlarını beğenmedi,
biraz daha ilerleyip camlara doğruca oturdu. Yanına da çantasını koydu. Kendi
güven alanını oluşturduğuna emin olunca kitabını çıkarıp okumaya başladı.
Okudukça aklına Hayriye Ablasının cümleleri geliyordu,
konuşmaları. Yeniden ilk zamanlarını hatırladı. Yurdun banyosunda, dişlerini
fırçalamaya girdiğinde Hayriye Ablasını görmüştü. Daha sonra ailesine
anlatılırken gözlerinin ne kadar parladığını anlatacaktı ablası o akşam. Yanına
gidip ben de senin gibi giyinmek istiyorum demişti Pervin. Hayriye Ablası nasıl
da sevinip sarılmıştı. Daha ilk haftadan böyle bir şey söylemesi onun nazarında
harika bir yer edineceği anlamına geliyordu. Onun sevincine çok sevinmişti
Pervin. Sırf onu mutlu etmek için aksatmadan yaptı her dediğini. Çok hayrandı
çünkü. Sürekli hayret ederdi, nasıl böyle güzel bir kadın çok istemesine rağmen
çocuk sahibi olamazdı, Mehmet Hoca da iyi insandı tamam ama hiç saygılı
davrandığına şahit olmamıştı Pervin. Sadece bu yüzden bile kendini onun
mutluluk kaynağı görüp bir dediğini iki etmezdi Hayriye’nin. Sonra niyeyse şunu
düşündü, iyi ki Hayriye Ablam dini bütün bir insan da ben onu örnek aldıkça
Cennet’e yaklaşıyorum.
Kitabına dalmışken garip sesler duyduğu için ilgisini kaybetti.
Kafasını kaldırdığında yaşlıca bir adam ve kadın, bir de çocukları olsa gerek
bir erkek çocuk gördü tekerlekli sandalyede. Çok az ilerlerinde de uzun boylu
ama uzun boylu olmasına rağmen topuklu sandalet giymiş bir genç kadın gördü.
Kadının pantalonu televizyonda gördüğü serseri tipli insanların pantalonuna
benziyordu, yırtık olmayanı ama. Bolca paçaları vardı ama üst kısmı
bacaklarının üstünü kavrıyordu. Bluzü üstüne tam oturmuş, ancak omuzlarını
fazlaca açıkta bırakmıştı. İlgisini kaybetmesine rağmen kitabını okuyormuş gibi
bakmaya devam etmiş, kaçamak bakışlarla da bu kadını ve diğerlerini takibe
almıştı. Çocuk huzursuz huzursuz sesler çıkarıyor, annesi de sakinleştirmeye
çalışıyordu. Gözlerinde çaresizlik ve utanç varmış gibi geldi Pervin’e.
Gayriihtiyari içinden “Allah’ım nolur benim çocuğum olursa böyle olmasın.” diye
geçirdi. Sonra dediklerinden utandı, “Allah kolaylık versin tabi bu kadına”
dedi. Acaba yanında Hayriye Ablası olsa ne derdi. Öncelikle yanlarında duran,
hatta şu an çocuğa eğilirken beli açılan genç kadına verip veriştirir, hiçbir
zaman örnek almaması için Pervin’i uyarır ve sert bakardı, kesin keskin keskin
bakardı, şimdi bir senelik bir geçmişleri olduğundan söz vermesi için
zorlamazdı ama başlarda olsa böyle biri olmayacağına dair sözler verdirirdi.
Sonra da birlikte çocuğun hastalığının geçmesi için onun tavsiye edeceği bir
sure okurlardı belki.
Bir anda kapıdaki görevlinin anonsuyla sıra aldı başını gitti.
Pervin sonlara kalmıştı, ama onu almadan da gitmezlerdi herhalde. O kadar erken
gelmesine rağmen, uçağa en son binenlerden olacaktı, anlamsızca üzüldü. Ama
üzüntüsünün yerini yeniden heyecanın alması için sadece aprona girmesi bile
yetecekti.
***
Ve İclal uçağa adım adım yaklaşırken idealist avukat aklından
hayatın adaletsizliği ve yaralı kalbinden eski hesaplaşmaların son çarpışmaları
geçti ancak boğazındaki bir düğümün tam 15 yıl önce kendinden aldığı iki canı
taşıdığı için geçmediğini yeniden hissetti.
***
Özgür son dakikada ön kapıya en yakın bulabildiği 17 E numaralı
koltuğu alabilmişti. Uçağın iki yanında üçer koltuk bulunan tipik bir iç hatlar
uçağıydı bindiği. Ve orta koltukta oturacak olmaktan pek de hoşnut sayılmazdı.
Zaten son birkaç aydır, yaşamaktan dahi hoşnutsuzdu. Artık uçağa bindiğine göre
kulaklığını çıkarmalıydı, isteksizce çıkarıp üç parmağının çevresinde doladı ve
derli toplu halde sırt çantasının küçük gözüne yerleştirdi. Çok küçük
yaşlarında beri hep düzenli biri olmuştu. Biraz işinin de gereği olarak düzen
ve disiplin kişisel özelliklerinin başında gelmeliydi. Yüzünde küçük kara iki
nokta şeklinde yerlerini almış gözlerini biraz daha kısıp uçuş firmasının
dergisini aradı. Kafasını dağıtmak istiyordu. Bir yandan ardından gelen
yolcular eşyalarını üst dolaplara yerleştiriyor, bunu yaparken yolu
tıkıyorlardı. Son 5 dakika içinde iki kez aynı hostes bir kez de kabin amiri olabileceğini
düşündüğü daha tok sesli ve sesinden kıdem ve yaş işaretleri aldığı biri
yolcuları bu konuda uyarmıştı.
Ruhu her ne kadar yorgun ve sakin olsa da fiziksel olarak yerinde
duramayan 30 yaşında bir adamdı Özgür. Uzun boylu uzunca sayılabilecek koyu
kumral saçları, doktorların ve akademisyenlerin favorisi olan sakal bıyık
ikilemesi vardı. Yakışıklı ve ilgi çeken biriydi. Bir dakika kadar hareketsiz
kalmış çevresine bakınmış sonra da ajandasına bakmaya karar vermişti. Yarın
Ankara’daki münasebetsiz meşguliyetini bitirdikten sonra ailesini görmeyi
planlamıştı. Hem kendisine moral olacağını düşünüyordu. Sonraki gün ise önemli
bir ameliyatı vardı, aldığı notlara baktı, zor olacak diye geçirdi içinden.
Babasının sözleri geldi aklına, o da cerrahtı ve küçük yaşlarından itibaren
onun kitaplarına ve işine hayranlık besleyen Özgür’e “Doktorlar ikiye ayrılır:
Cerrahlar ve Diğerleri” demiş onu da bu yolda yönlendirmişti. Özgür’ün uzmanlık
eğitimi zamanında biraz içten içe pişmanlık hissetse de oğluna bu düşündüklerinden
ve hislerden hiç bahsetmemişti. Özgür uzmanlık sınavından oldukça yüksek puan
almış ve kendi ayakları üstünde durmak için ailesinin yanından, Ankara’dan
ayrılmış, İstanbul’a yerleşmişti. Bu kararında, o sıralar Zeynep’le 3 yıldır
süren ilişkisinin, Zeynep’in İstanbul hayranlığının ve öğrenciliği zamanından
beri oradaki mimarlar toplantılarına gidip gelmesinin de yardımıyla kendini
orada tanıtmayı başarmak üzere oluşunun da etkisi vardı.
Zeynep, özgürlüğüne düşkün, kendisiyle ve arkadaşlarıyla vakit
geçirmeyi çok severdi. Özgür’ün nöbetlerine göre programını ayarlıyordu ama
onun uzun nöbetlerinin neredeyse tamamını etkinliklerle dolduruyor olması da
içten içe Özgür’ü gücendiriyordu. Nöbet çıkışlarında bazen Zeynep’in evine
gider orada onunla uyurdu, onun kadar yorgun bulurdu Zeynep’i. Saçlarında
sprey, sigara ve ter kokusu olurdu, okşamak istediğinde yapış yapış gelirdi
eline. Aldığı alkolün de etkisiyle sıcak basardı Zeynep’e o geceler. Sarılmak
istese de kabul göremezdi. O zamanlarda dahi çok yoğun sevgi hissederdi ona,
kızamazdı.
Şimdi geriye dönüp baktığında görüyordu bazı şeyleri, önceden
dikkat etmediği o kadar çok ayrıntıyı hatırlıyordu ki şu an. İnsan beynine ve
sakladıklarına bir kez daha hayran oldu ister istemez.
Uzmanlığını aldığında kutlama yemeğine çıkacaklardı Zeynep’le. O
yemekte evlenme teklif etmeyi planlıyordu ve hiç olmadığı kadar heyecan
duyuyordu Özgür. Şimdi düşündüğünde bu heyecanının sebebinin Zeynep mi yoksa
evlilikle ve bir süredir yaşadığı yoğun çalışma saatleri sonrası varmak
istemediği bekar evinden, düzensizlikten kurtulacağını düşündüğünden mi
olduğunu sorguladı. İçten içe Zeynep’in düzene ve temizliğe kendisi kadar önem
vermediğini bile bile. Hiçbir şey planladığı gibi gitmemişti o geceden sonra.
Kalbinin atışlarını boğazında hissederek karşısında siyah
elbisesiyle çok zarif otuuran sevgilisinin gözlerine bakmıştı. Sonra da
yüzüne... İnce uzundu yüzü, gözleri ela, uzundu kolları da bacakları da. Ne
kadar da çekici bir sevgilim var dedi bir kez daha içinden, ve benim karım
olacak dedi. Bunu derken kocaman gülümsediğini fark etti.
Zeynep anlamamıştı neye güldüğünü, kafasından sadece yeni aldığı
proje geçiyordu, onu oldukça zorlayan bir müşteriyle mücadele halindeydi son
birkaç haftadır. Bir gün istediği diğer günküyle çelişen, sadece parası olduğu
için her şeye hakkı olduğunu düşünen kibirli bir adamdı müşterisi. Aklında
bunlar varken o da hafifçe tebessümle karşılık verdi Özgür’e. Heyecandan nemli
elini uzattı Özgür, ince zarif elini tuttu. “Aşkım ellerin yine nemlenmiş” dedi
Zeynep, o anı bozuyordu farkında olmadan. Sonra diğer eliyle yüzüğü çıkarmıştı
Özgür, gözlerini gözlerinden ayırmadan.
O an fonda fransızca bir şarkı çok hafif kendini belli ediyor,
çatal bıçak sesleri de sanki o şarkıya eşlik ediyordu. Özgür için saatler süren
bir dakika sonrasında tepki alabilmişti Zeynep’ten. “Hayatım hiç beklemiyordum,
çok şaşırdım.” demişti ilk olarak. Muhakkak ki beklediği tepki değildi bu
Özgür’ün. İçinde bir şeylerin kırıldığını hissetti ama belli etmemeye çalıştı.
Gülümsedi sonra Zeynep, Özgür’ün gözlerindeki parlaklığın titrediğini görmüştü,
kıyamadı. Elini tutan nemli eli sıktı, daha fazla gülümsedi ve “E-e evet” dedi.
Yeniden Özgür’ün gözlerinde parlak ışığı görünce rahatladı ve mutlu hissetti.
Onun için mutlu hissetmesinin bi yerlerde yanlış olduğunu yaklaşık bir sene
sonra fark edebildi.
Evlilik hazırlıklarında iki ailenin birbiriyle uyum içinde ve
istekli davranmaları ikisini de memnun etmişti. İkisinin de ailesinin tek
çocuğu olması sebebiyle harika bir düğün organizasyonu armağan etmişlerdi
çocuklarına. İkisinin de ebeveynleri icra ettikleri mesleklerde başarılı
pozisyonlar elde etmişler, çocuklarını kendi ayakları üzerinde durabilecek
şekilde yetiştirmişlerdi. Gelinin ailesi damadı, damadın ailesi de gelini
tanıdıkça çok sevmişti. Ama Özgür ve Zeynep onlar kadar çok sevemediler
birbirlerini.
İlk duruşmalarına gidiyordu Özgür. Zeynep yaptıkları büyük kavga
sonrasında Ankara’ya dönmüştü. Birkaç ay ailesiyle kalacağını söylemiş,
halihazırda bitmiş projesinden sonra yeni bir projeye başlamamıştı. İkisinin de
tek isteği tek celsede boşanmaktı. Bu düşüncelerini paylaştıklarında aileleri
çok karşı çıksalar da, sonrasında ikna edilmeleri çok zor olmadı. Birbirlerinin
ebebeynleriyle de konuştular. Zeynep’in fikriydi bu. İşlerini
kolaylaştıracağını düşünmüştü.
“Boşanalım o zaman” deyişinde Zeynep’in, kalbinden bir şey kopmuş
gibi hissetmişti Özgür. “Nasıl oluyor da bu kadar kolay isteyebiliyorsun bunu,
söyleyebiliyorsun düşünmeden?” demişti. Zeynep’in evlendikleri günden sonra kısa
bir süreden beri bunu düşünüyor olduğunu ve kendisi açısında çok mücadele
ettiğini öğrendi kendisinden. O gece sabaha kadar konuştular, sonra iki saat
uyuyup hastaneye gitti Özgür ama hiç yerinde değildi kafası. Sonraki gece de,
sonraki gece de... Konuştular ama her geçen gece aslında derinlerde Özgür’ün
hissettiği eksiklikler de çıktı yüzeye. Belli ki Zeynep’in düşünecek daha çok
vakti olmuştu, daha hazırlıklıydı yine.
Ertesi gün işten çıkıp eve geldiğinde Zeynep’in iki bavul
hazırladığını ve onu beklediğini gördü. Bir kez daha sarılsa öpse belki sevişse
neler hissedeceğini merak etti hem kendisinin hem onun. Yeniden deneyebiliriz
derler miydi peki. Zeynep’in bakışlarında kararlılıktan başka bir duygu
göremedi. İçinde binbir zorlukla yaşatmaya çalıştığı son umudu da yitirdi ve
üstüne çekti beyaz renk çarşafı. Bunları düşündükçe yıllarca verdiği emeği, bir
yanlışı sürdürmek için verdiği boş çabaları hissetti boğazındaki düğümde.
***
İclal, koltuğuna geldiğinde az önce kendisine baktığını gördüğü
türbanlı kızın yanında oturduğunu fark etti. Kendisi cam kenarı için
internetten ayırtmıştı koltuğunu, “Afedersiniz, yerime geçebilir miyim?” dedi.
Kız, yüzü bozuk kalkıp yer verdi. İclal, acaba yerinden memnun değil mi diye
geçirirken içinden, Pervin onun yanında oturmasından rahatsız yerleşti
koltuğuna.
Artık tüm yolcular yerini almış, kabin amiri kendini tanıtmayı da
içeren hoşgeldiniz konuşmasını yapıyordu. Telefonunu aradı dışardan küçük ama
içi her şeyi kaybedebilecek bir büyüklükte olan çantasında. Kapatmak için eline
aldı, arkadaşından gelen mesajı gördü.
“İclalcim, çok teşekkür ederim canım. Olabildiğinde kısa sürmesi
için elinden geleni yapacağını biliyorum. Yarın sabah görüşmek üzere...
Sevgiler”
Öğrencilik yıllarından tanıdığı ama asırlardır görüşmediği,
koptuğu bir arkadaşıydı mesajı atan. Avukat olmak böyle bir şey işte dedi.
Kiminle ne zaman nerede kesişeceğin, kimin işinin düşeceği belli olmaz. Sadece
hatır için almıştı bu davayı. Yoğun programından bahsetmesine rağmen ısrarlı
davranmıştı arkadaşı. Zaten halihazırda Ankara’da süren çok davam var, gün
olarak da ilk duruşma güzel denk geldi diye düşündü.
O, bunları düşünürken kalkış gerçekleşmişti. İstanbul’u yüksekten
görmeyi oldum olası severdi, yeniden olumlu bir hava hissetti çevresinde.
Camdan bakarken yanındaki kızın da dışarıyı görmek için kafasını uzattığını
fark etti yansımasından. Olabildiğince geriye çekilip manzarasını bozmamaya
gayret gösterdi.
Arkadaşının anlattıklarını kafasında toplamaya çalışıyordu. Otelde
daha az işi kalsın istiyordu. Dün akşam, biraz daha bilgi almak için uzun bir
telefon görüşmesi yapmışlardı. Arkadaşının sesinde alıştığı mutsuz sesten
ziyade rahatlamış bir hava esiyordu, yanında başka bir erkek sesi de duydu,
mırıldanmasına karşın konuşmasına eklemeler yapıyor gibiydi. Konuşmanın sonunda
müvekkiliyle görüşürken yanında eşinin de olup olmadığını mesleki bir sebeple
sorma ihtiyacı hissetti. Hayır demişti Zeynep, “o yüzden şimdi rahat konuşabiliyorum,
rahat nefes alabiliyorum.” Kaşılaştığı çok zor koşullar olmuştu İcal’in.
Dinlediği nice vakalar, şu an elindeki dosyaya baktığında sadece iki iyi
koşullarda insanın uzun süreli bir birliktelik sonrası birbirlerine uygun
olmadıklarını anlayıp -taviz vermek ve fedakarlık yapmaktan kaçarak- ayrılma
kararlarını görüyordu. Yaptığı telefon konuşmasından sezdiği aslında bu vakanın
içinde aldatmayı da barındırıyor olduğunu düşünse de müvekkilinin aleyhine olan
bu durumun üstünde durmaması gerektiğini biliyordu.
***
Pervin az önce takibine aldığı genç kadının yanına oturmasından
pek hoşlanmamıştı. Kendini yabancı hissetti, bu uçağa ait değilmiş gibi geldi.
Heyecanının yanısıra endişe de hissetmeye başlamıştı. Uçak tahmininden daha
sesli ve titreşimli kalkış yapmıştı. Ayrıca yükselmesi devam ederken rüzgarın
etkisinden olabileceğini duyduğu bazı sarsıntılar da ürkütmüştü onu. Sonra
amcasının korkmaması için söyledikleri geldi. Uçak kazalarının sayısı karayolu
kazalarına göre oldukça azdı, değişiklik olması için yengesi uçakla dönmesi
fikrini söylemişti. “Gelirken Amasya’dan onca yolu otobüsle gelmiş zaten,
yorulmasın o kadar, hem sordum ben hiç binmemiş uçağa da, güzel olur.” demişti.
Annesinin her şeyi çok bilmiş kadın dediği yengesinin kendisini düşünmesi ve
onu heyecanlandıran bu fikri çok hoşuna gitmişti Pervin’in. İçinde yaratılan
buzların biraz erimesine bile sebep olmuştu bu duruşu yengesinin. Yine de
vedalaşırken hemen çok sıcak davranmamaya çalıştı.
İlk defa sesini yükseltiyordu Hayriye. Mehmet Hoca, Pervin’i almak
için hazırlanıyordu. Tabi ki havaalanına kadar gitmeyecekti ama havaalanı
servisinin durağına da pek tabi gidip almalıydı. Askerlik arkadaşına sözü vardı
sonuçta. Evden çıkarken “Utanmalısın, inandıklarınla anlattıklarınla mutabık yaşamıyorsun.”
diyordu Hayriye.
Mehmet, son zamanlarda sıkılmış ve yorulmuştu artık içinde
bulunduğu durumlardan. İlk başlarda birilerinin büyük şehirde kendisine maddi
ve manevi destek olması hoşuna gitmiş, işine gelmişti. Erken yaşlarda girmişti
cemmate. Kendini bile burada buldu denebilirdi. Ailesinden göremediği sevgiyi
ve ilgiyi bulmuştu kısa sürede. Ait hissettiği tek yerdi burası artık. Sonra
muhterem abilerinden birinin kuzeni olan Hayriye’yi uygun görmüşlerdi.
Kendisinden iki yaş büyüktü Hayriye. Her zaman uyumlu olmuştu evliliklerinde,
karakterindeki hırçınlığı törpüleyebilmişti zamanla. Ama Mehmet’in ona hiçbir
zaman dolu dolu sevgi ve şefkatle baktığı görülmemişti. Sevememişti, büyükleri
uygun görünce olur demişti o da. Zaten yaşı da gelmiş, birtakım ihtiyaçları
için evliliğin ihtiyacını hisseder olmuştu. Her yönden kısıtlandığını
hissettiği bu ortamda kız arkadaşı olmamıştı, kendini gösterme çabasıyla
fedakarca emek vermişti. O zamanlar çok da isteyerek şevk ve aşk ile yapıyordu
ne yaparsa. Ama son birkaç yılda tükenmiş, tüm gençliğini ve güzel yıllarını
harcamış olma hissine kapılmıştı. Tam bir pişmanlık diye nitelendirmese de
hüzün hissettiği kesindi. Sevmediği biriyle bir yastıkta geçirdiği birliktelik
bir çocuk da vermemişti ona. Gençliğindne beri oğlu olsun, iyi bir baba olarak
her konuda onu yetiştireceğine söz vermiş, çok istemişti. Doktorlara gidip
gelmelerinde de sorunun kendisinde olduğunu anlamış, o zamanlardan beri
Hayriye’nin çocuk sevgisinde kendisine kızgınlık hissetmiş, öyle olmasa da
gittikçe uzaklaşmıştı. Yurt işine girdiklerinde biraz daha rahatlamıştı ikisi
de. Hayriye tüm ilgi ve sevgisini artık yurda ve içindekilere vermiş, biraz
daha Mehmet’i de kendi haline bırakmıştı.
Sadece cemaat içinde konuşulmasın diye Hayriye’yle uyumaya devam
ediyordu. Bunu tabi ki de Hayriye bilmiyordu. Sunabildiği sevgi kırıntıları ve
birkaç ilgili cümleye kanaat etmeye başlamıştı. Sorun yaratmadığı sürece bu
Mehmet’in de istediği bir şey olmuştu.
Ancak bunalım hali devam etmiş ve Mehmet daha önce hiç
yapmayacağını düşündüğü bir şey yapmıştı. Hayriye’nin yönettiği kızlar
yurdundan bir kızla birlikte olmuştu. Hem de bundan hayatı boyunca almadığı
kadar haz almış sonrasında da kızın istekli olmasıyla devam etmişti. Altı aydır
yeniden mutlu hissetmeye başlamıştı, Hayriye bu hallerini artık her şeyi kabul
etmesine yormuştu safça, nedense daha sonra şüphe düşmüştü içine.
Mehmet, arabadayken bi yandan Hayriye’yle geçen konuşmaları
düşünüyor, diğer yandan da Aynur’la yaşadıklarını hatırladıkça ahlaksızca
gülümser buluyordu kendini. Kırmızı ışıkta durduğunda düşünceleriyle paralel
yüz ifadelerindeki değişimleri gördü. Yanaklarında kızarıklık, bıyıklarında
terleme, gözlerinde daha fazlasını ister cüretkar bakışlar vardı. Aradaki yaş
fakına rağmen kız onu mutlu ettiğini söylemişti, kendini yeterli hissetmek
göğsünü kabartmış, hiç olmadığı kadar güvenli hissetmişti kendini.
Basılmış olmanın utancı da vardı içinde derinlerde bir yerde.
Aynur da apar topar giyinmiş, çantasını zor kapıp kaçmıştı Hayriye’den. Bir mesaj atmalıyım dedi. Endişe etmemeliydi,
yine kol kanat gereceğim diye düşündü. Ama Aynur’a bir daha ulaşamayacaktı.
***
Uçuş sırasında yanındaki kızın dudaklarını kıpırdattığını fark
etti İclal. Sarsıntılardan korkmuş olmalı dedi, dua okuyordu. Neden sonra
elindeki kitaba dikkat etti. “Zekat Vermeyi Hasretle Bekleyin” başlığını
görünce nasıl tepki vereceğini bilemedi, karşı sayfasındaki başlık daha
şaşırtıcı idi: “Bakirlere ve Bakirelere Tavsiyeler”. Biraz konuşup tanımayı
hayal etti yanındaki bireyi. Ama sonra hostesle bile konuşmadığını hatırladı,
yiyecek – içecek hiçbir şey istememişti ve bunu sadece kafa ve el
hareketleriyle belirtmişti. Dilsiz de olabileceğini aklına getirdi. Yan
bakışından anladığı kadarıyla çok da konuşma taraftarı görünmüyordu.
İniş tamamlandığında herkes koridora doluşmuştu. Zorlukla ayakta
duruyorlardı. Ön kapıya en yakın bulabildiği cam kenarına geçmişti İclal ama yine
de önünde 17 koltuk vardı. Yanındakiler kalkınca o da ayaklandı, en azından el
bagajımı alıp zaman kazanayım istedi. Ayağa kalktığıyla kaldı bir süre. Kapı
açılışı normalden uzun sürmüştü. Gözleri, önündeki koltukta şiir kitabı okuyan
bir adama takıldı. Arkasından uzunca sayılabilecek kıvırcık saçlı, uzun boylu
adamın elindeki kitaba siyah elbiseli bir kadın çizdiğini gördü. Ayrıntılarıyla
ve silüetinin duruşuyla çok ifade içeren bir çizimdi. Sonra da önüne bir perde
çizmesini izledi arkadan. Hızlı el hareketleriyle harikalar yaratıyordu, hayran
kaldı. Çizdiği sahne perdelerinden sonra şiirin başlığına ve birkaç mısrasına
baktı.
Bordo Siyah Bir Perde
......
Gözlerimize baksaydık,
Konuşmadan...
Belki de çözülecekti sorunlar.
......
İncelip de kopmuştu bağlarımız
Sadece sürüncemede artık aşkımız
Ne kadar devam edersek daha rollerimize
O kadar sürecek son perde
Ve son bulacak tükendiğimizde
Kapanacak üzerimize bordo-siyah bir perde.(*)
Çizdikleri o zaman biraz daha anlaşılır gelmişti İclal’e. Önündeki
herkes ilerleyince o da kapının yolunu tuttu. Pek de belli etmeden dönüp
yetenekli adamın yüzünü görmek istedi. Arkasından gelen kalabalıktan sadece
küçük sıcak bakışlı ama durgun gözlerini ince yüzünün yarısını seçebildi.
***
Pervin cep telefonunu açtı, mesaj gelmişti, Mehmet Hocası servisin
durağında bekleyeceğini söylemişti. Havaalanına kadar gelmemesine gücendi
Pervin ama çok da alışmaması gerekiyordu. Kendi ayakları üzerinde durmalıydı.
Bavulunu aldıktan sonra rahat ama hızlı hareketleriyle yanında oturan
kadının geçtiğini fark etti, topuklu ayakkabılarla nasıl da hızlı yürüdüğüne
baktı, bir süre sonra da fiziksel güzelliğini kıskanarak son kez bakıp kafasını
çevirdi. Yengesine benzetti bir an genç kadının havasını. Çok değil bundan iki
sene sonra kendisinin de bu şekilde giyinip yaptığı tüm sorgulamalar ve
hesaplaşmalarla yepyeni bir hayat kuracağını ve en az o kadın kadar kendine
güvenli ve alımlı gezeceğini düşünmesine henüz imkan yoktu. Sonrasında da
cebindeki kendisine yapmaya cüret ettikleri sebebiyle hissettiği affedememezlik
ve nefreti de hayatı boyunca unutamayacağı bir şekilde Mehmet Hoca’ya
paketleyip gönderecekti. Ve Hayriye Ablası için hayatı boyunca ince bir sızı
duyacaktı.
***
Özgür uçak boşalana kadar bekledi, zaten inmek için can atacak bir
sebebi de yoktu. Bir an önce sabah olsun ve yeni kuracağı hayatına zihnini
berraklaştırıp başlasın istiyordu. Bozkırların gri şehri Ankara'ya ilk
adımlarını bu düşüncelerle attı. Hayatında bir süre kimseye yer olmayacağını
sadece kendi hayatını yaşamak istediğini söyledi kendisine, kendini ikna etmek
istercesine. Kimse başarılı ve güçlü görünüşlü bir cerrahın içinin bu kadar
kırılgan ve çocuksu olduğunu tahmin edemez herhalde diye düşündü. Siyah
elbiseli Zeynep’in üzerine bordo siyah perdesini de kapattığına göre artık
kitabını kapatabilirdi.
Ertesi sabahki duruşmada karısının avukatıyla aynı uçakta olduğunu
yaklaşık bir sene sonra üzücü bir olay sonrası kesişip ettikleri sohbette
öğrenecekti. Özleyerek beklediği biriyle sohbet ediyormuş hissini duyumsayacaklardı
o akşam.
Her şey olması gerektiği gibi hissettirerek başlayacaktı ve uzun
yıllar sürecek bu ilişki içinde bir kez bile olsa İclal, Zeynep’in, biricik
Özgür’ünü aldattığını söylemeyecekti. Ve o, Özgür’den de dinleyince yıllar
öncesini, bazı olayların farklı gözlerde ne kadar da farklı yaşanabildiğini bir
kez daha görecekti.
Meslek hayatı boyunca sürekli sorguladığı hakikatin değişkenliğini
ve bazı durumlarda var olmadığını düşünecek ve ardından yine kendi sözlerini
mırıldanacaktı: “Herkes kendinden görür.”
***
Koridordaki koskoca saat sadece çevresindeki kalabalığı arttırmak
için çalışıyordu sanki. Her hareketinde birkaç kişi daha giriyordu adliyeye.
Erken saatlerde gelmişti, karnında bir sancı, ellerindeki hareketlerde
sabırsızlık ve huzursuzluk belli ediyordu kendini. Üzerine giydiği gömleği
yıllar önce Zeynep’in aldığını onu beklerken hatırladı. Tek beyaz gömleği
buydu, zaten ihtiyaç duyması da gerekmiyordu, tabi damatlığının içine giydiği
sonsuz rahatsız o gömlek dışında. Nasıl da halay çektim, oynayabildim o
gömlekle diye geçirdi içinden yeniden. Şimdi de sanki ruhunu tutsak ediyordu
taktığı kravatı gömleğiyle işbirlikçi. Belki de son kez imrendi karısına, keşke
onun gibi rahat ve son dakikacı olabilseydi.
Bir tek sen acıtabilirsin canımı demişti, ilk defa birine Zeynep.
Özgür'e göre ok vurdumduymaz ve rahat görünüyordu. Ama bu cümle onun içini
içine sığdırmayacak kadar sevindirmişti ve özel hissetmişti Özgür, daha önce
hiç hissetmediği kadar. İlişkilerinin ilk yıl dönümündeki hediyesiydi bu cümle.
O da şimdi benim kadar huzursuz ve belli etmese de yaralı mıdır acaba diye
geçirdi içinden.
İçerisi kalabalıklaştıkça sanki nefes alamıyor gibi hissetti.
Dışarı çıkıp biraz gezmenin iyi geleceğini düşündü. Yüksek merdivenlerinden
indi adliyenin. Sonra bir kez daha çıkacak ve belki de daha rahatlamış şekilde
inecekti bu merdivenleri.
Annesi de gelmek istemişti, destek olmak için. Özgür karıştırmamak
için dil dökmüştü, ne kadar üzüldüğünü görmüştü, gelemediği için değil tabi.
Oğlunun silinmiş gibi umutsuz hali,
oturmuştu yüreğine. Ortaokulda bisikletten düşüp de bacağını kırdığı için yaz
kampına gidemediği zamanda yaptığı gibi Özgür’ün moralini düzeltmek için en
sevdiği tatlıyı yapıp yatakta başucuna geçmiş, onu güldürmek için komik
küçüklük anılarından bahsetmişti. Ne kadar büyürse büyüsün her zaman onun küçük
oğlu olarak kalacağını biliyordu. Bitmekte olan ilişki ve evliliğinde bir kez
olsun Zeynep’in o tatlıdan yapmadığını ancak şu an düşünebildi. Onun bu küçük
şeylerden mutlu olabilmesini hiçbir zaman anlamamış olan Zeynep’ten çok şu an
bunun aklına gelmesine kızdı.
***
İclal, her zaman kaldığı otelde kahvaltı etmek için asma kata
inmişti. Diğer vakalarında hissettiği isteği ve şevki duyumsayamamıştı ne bu
sabah ne de kabul ettiği dakikadan bu yana bir kez olsun. Hatır için aldığı
işlerde hep aynı dürtü engel olurdu ona. Her ne kadar basit çözümlenecek
davalar olsalar da özellikle boşanma davalarında hayatı daha fazla sorgular
hale gelirdi. Bu davalar kendi hayatlarında çözüm arayan, aracı olarak İclal’i
seçen insanlar ve hayatları, bir parçalarını bırakırlardı ona, birer iz
bırakırlardı. Ve bu izler İclal’in hayatındaki düğümlere yenilerini eklemekten
başka işe yaramazlardı.
Eşyaları topluydu, çantasıyla indi kahvaltı sonrası resepsiyona.
İki duruşmanın da hızlıca bitmesini diledi, böylelikle 5 yıl üniversite okuduğu
Ankara’da birkaç anı tazelemeye fırsat bulabilecekti. Ama eşyalarıyla gezse
olmazdı, en iyisi emanete bırakmaktı. Resepsiyona baktı Aylin vardı. Mağrur
gülüşlü, büyük kestane gözlerinde her zaman biraz nem bulunan bu kızın minicik
burnu sanki daha fazla yer kaplamaktan çekinir gibi ilişmişti yüzüne. Saçları
özensizce toplanmış ama güzelliğinden bir şeyler eksiltmeye yetememişti.
İclal, sıcak bir günaydın dedi kıza. Önce irkildi kız, tanıdığı
için en içten gülümsemesini özgür bıraktı. Hoş geldiniz, uzun süredir
ağırlayamamıştık sizi, dedi son derece kibar ve duru şekilde. İclal, gözlerini
sağında yukarıda bir noktada sabitledi bir iki saniye kadar, sonra “En son iki
ay önce geldim güzellik, sen de Ankara’da kalayım istiyorsun hep” dedi. “Valla
keşke her müşterimiz sizin gibi olsa” dedi kız. Dediklerinde samimiydi, İclal
de biliyordu. Bir kez dertleşmişlerdi, İclal’in uzun bir tartışma sonrasında
Hasan’ın evinden çıkıp otele geldiği ve telefonunu kapattığı, oteldeki ilk
akşamında. Odaya gitse ağlayacak ve kendine üzülmekten öte bir şey
yapamayacaktı, düşündükçe küplere binecek kendini yıpratacaktı. İçindeki atalet
hiçbir şey konuşmadan sadece anahtarı alıp otel odasına geçmesi için onun
bacaklarına tonlarca ağırlıkla saldırsa da o en iyi yaptığı şeyi yaptı. Sohbet
etti. Otel zaten neredeyse boştu. Resepsiyonda Aylin vardı, ve dokunsa
anlatacak koskocaman bir dünyası var gibi gelmişti ilk bakışta İclal’e.
Gerçekten de öyleydi. Çok sevimli ve keyifli bir dünya değildi tabi ki bu.
Aylin zor bela ortaokulu bitirmiş, bi gayretle turizm meslek
lisesini kazanmıştı. Annesini erken yaşta kaybetmiş, evin iş yükü daha kendini
bilmezken üzerine yıkılmıştı. Kendinden iki yaş küçük erkek kardeşinden yana
yüzü gülse de babasının alkol alışkanlığı zor olan hayatlarına daha dik bir
yokuş sürmüş. Manevi yokluğuna üzülemeyecek kadar maddi zorluklar yaşamışlar. O
akşamki nöbetinde sabaha kadar konuşmuşlardı. “Biliyor musun abla ben annemi
kaybetmeme daha yeni adamakıllı üzülebiliyorum, sanırım daha kendimi yeni
gördüm de, ne hissettiğimin farkına yeni varıyorum.” demişti, hissettiği
yakınlıkla ve güvenle açmıştı kalbini. İclal’in çok hoşuna gitmişti, böyle saf
bir güven hissedilmesi kendisine karşı bu kadar kısa sürede hem de. Sonra da
eklemişti kız, “Ben seni görünce anladım, senin de yaraların var” demişti. Bunu
beklemiyordu hiç İclal. “Hayatında büyük acılar yaşamış kimselerin gözleri
konuşur” demişti fiziksel yaşından daha büyüktü kalbinin ve ruhunun yaşı.
Daha sonra babası uslanmıştı, alkolü azaltmıştı ama sağlığının
çalışmaya yetemeyeceği aşikardı. Bu sene
kardeşi üniversite sınavına hazırlanıyordu, kazanacağına umudu vardı Aylin’in.
İclal de o akşam takip edeceğini, kendisiyle konuşup danışabileceğini söyleyip
telefon numarasını bırakmıştı. Şimdi yeniden hatırlayınca sordu Aylin’e, “Senin
kardeşinden haber çıkmadı. Nasıl gidiyor sınav sonuçları?” Gözleri güldü kızın,
“Söylediğine göre mühendislik kazanacak kadar puan yapmaya başlamış deneme
sınavlarında.” İclal de ondan aldığı mut’larla mutlu hissetti. Tamam ben
takipte olucam, sınava girsin çıksın, sonucu birlikte değerlendiririz
gerekirse, mühendis arkadaşlarım da var, konuşmak isterse görüştürebilirim,
dedi. Aylin, yüzü güler ama en çok da gözleri güler şekilde kafasını salladı.
Vedalaşıp ayrıldı İclal. Arkadaşının boşanabilmesi için Ankara’nın
en merkezindeki ihtişamlı adliye sarayına gitmesi gerekiyordu.
***
Zeynep, kötü rüyalar görmüştü. Geçmiş, gelecek, kavgalar,
sevişmeler, deniz, yıkayıp sıktığı bikinisi, yazlıklarındaki menekşe kokusu,
Özgür’ün aldığı ilk çiçekler, yıllar sonra Hasan’la karşılaşması, iç sıkıntısı
ve göz yaşlarıyla uyandı.
Boşanma kararlarını Hasan’a ilk söylediğinde, amacı sadece yıllar
öncesinden gelen bir arkadaşla paylaşımdı. İclal’i de ona öneren Hasan’dı.
Nedense sonradan hatırlamıştı İclal’in avukat olduğunu. Hasan’la İclal birkaç
ay önce ayrılmışlardı. Bunu bile bile avukatı olmasını istemişti İclal’in.
Olabildiğince çabuk bitsin istiyordu, içinde bastıramadığı çaresizlik ve
mutsuzluk dalgası midesini de kafasını da son derece bulandırıyordu.
İstanbul’daki ortamı da eski tadını vermez olmuş, başta ailesi olmak üzere
Ankara onu çağıyor gibi gelmişti kendisine. Ne de olsa bu şehir ne zaman geri
dönersen dön onurunu kaybetmiş bir eski sevgili gibi kollarını açardı yine
insana. Çünkü terk edilmeye alışkındı ve kim geri dönerse onun buruk sevincine
mahkumdu ancak.
Birkaç arkadaşı Ankara’da mimarlık ofisi açmışlardı. İnşaat
sektörü de Ankara’nın gözdesiydi bir süredir. Hem onlarla görüşmek hem de
buranın iş nabzını tutmak amacıyla birkaç kez gelmişti. Kararı verdikten sonra
da eşyalarını toplamış, bu yaşında aile ocağına dönmüştü. İlk başlarda annesi
de babası da Özgür’e dönmesi konusunda ısrarcı konuşmalar yapsalar da son birkaç
haftadır kabul etmişlerdi. Son umutlarını da bu sabah gömmelerini söylemişti
Zeynep kahvaltıda. Ve katiyen gelmemelerini tembihlemişlerdi.
Hayatının çok karışık bir evresinde olduğunu düşündü. Üniversite
yıllarında hayranlıkla izlediği Hasan, yıllar sonra hem de yürümeyen bir
evliliğin ortasında bulmuştu onu. Her zaman çapkınlığıyla kendinden konuşturan
karizmatik ses tonuyla sürekli konuşmasının isteneceği, fiziksel görünüşüne her
zaman önem veren bir adamdı. Hayranlığı sadece uzaktan devam etmiş sonra
Özgür’ün çocuksu ve sevimli hallerinden hoşlanmış ve unutmuştu onu. Tam da
uçurumun kıyısındayken gelip bulmuştu onu.
Ben Özgür’e aşık değildim ki, hiçbir zaman tutkulu olamadım ona
karşı dedi Zeynep. Bir kadını kadın yapan da tutkusu değil miydi. Özgür
kendisini tıp dünyasında kaybederken bunca zaman nice teklifleri reddedip
aldatmamak için sadece işine vermişti kendini. Ondan bu kadar hırslı ve bu
kadar kafasını dağıtmaya ihtiyaç duyan biri oldum diye düşündü. Çok fazla
arkadaşım vardı evet ama Özgür kendisine yağan iltifatları ve teklifleri
duysaydı, nasıl tepki verirdi. Bir an uzun süre dudağını ısırarak sessizce
oturabileceğini düşündü, sonra belki sorardı “Sen nasıl tepki verdin peki?”
diye. Hiç bir sonraki toplantınıza ben de geleceğim, yanında beni görsünler de
ona göre davransınlar bundan sonra demezdi. Biraz daha sahiplenici olmasını
istemişti her zaman Zeynep. Baskın bir karakterdi ama yanında sırtını
dayayabileceği güç ve kararlılıkta bir adam olsun istedi hep. Bir süre sonra da
Özgür’ü değiştirmeye çalışmaktan vaz geçti.
Hazır değildim evlenirken demişti İclal’e. Özgür’ün hayatının
merkezinde işinin olduğunu kendisine yer açamadığını hissedince kendisini işine
ve arkadaşlarına verdiğini anlatmıştı. Sanki görüşebilmek için evlenmiştik
demişti sonra. Uzun uzun konuşmuşlardı İclal’le hem arkadaş hem de
avukat-müvekkil paylaşımlarıyla. İçten içe Hasan’la birlikte de düşünmüştü
İclal’i. Gerçekten birbirlerine uygun değillermiş dedi sonra İclal’in
tepkilerinden ve hatırında kalan geçmişinden birleştirdiği parçalarla. Hasan
çok anlatmamıştı ama cümlelerinin altından aldığı mesaj İclal’in uyuşamadıkları
için ayrılmak istediği yönündeydi. Keşke yıllar önce ben de böyle ileri görüşlü
davranıp aynı sebepten ayrılabilseydim Özgür’den dedi.
O da anlayacak dedi. İkimiz için de doğru olan bu, bir yanlışı
götürebileceğimiz en son adıma kadar taşıdık. Artık tükendik. Bitmeli.
***
İclal’in terk edişini hala yedirememişti egosuna Hasan. Neyimi
beğenmedi ki, sadece onun yazdıklarını okuyunca güzel tepkiler veremedim bundan
mı terk etti beni. Tiyatro, opera, senfoniler onu mutlu ettiği kadar beni
etmiyor ne var. Sadece benim yanımda olduğu için memnun olsa, birlikte
girdiğimiz ortamlarda birbirimize destek olsak yetmez miydi? “Ben bir iş
adamıyım, okuldan sonra arkadaşları şantiyelerde sadece mühendislik yaparken
ben kendi şirketimi kurdum, düzenlediğim etkinliklerde yanımda senin de
bulunman gerekiyor, hem birbirimize çok da yakışıyoruz, biraz göz önünde
olmalıyız.” Bunları söyleyince “O kadar ayrı yerlerden bakıyoruz ki, ayrıca sen
o kadar da yüksekten bakıyorsun aynı zamanda, ben sadece bir noktayım senin
yarattığını düşündüğün dağlardan birinde.”
Ona harika bir hayat verebilirdim Ankara’da. Kiralarda didinip
duruyordu İstanbul’da, evlenirdik, her şey çok güzel de olabilirdi. Benim tüm
düzenim burda diye düşündü. Her ne kadar sert çıkışlar yapsa da severdi
İclal’i. Hayata karşı hırçın ve yenilmez oluşu çok hoşuna giderdi. Şimdiye
kadar ne yaptıysa kendi başına, desteksiz yapması, güçlüydü İclal ve Hasan gücü
ve güçlü olmayı severdi. Ama yanında güçlü olmasına gerek yoktu, onun
yanındayken de kendini birey olarak var etmeye çalışmalarını hiç anlayamadı.
Evet yediremedi kendine. Ayrılık konuşmasında sesini yükseltti,
arabadan dışarı çıkıp bir ağacı yumrukladı, nedenini anlayamadı, üzüntüden çok
kızgınlık çıktı yüzeye söylemesi gereken ve söylemek istediği hiçbir şeyi
söyleyemedi İclal’e. Gitme, seni seviyorum, diyemedi egosu tuttu dilini.
Gençliğinde işinde yükselmiş koskoca Hasan Kanlıca –kendi deyimiyle- duygularına
hiç yenik düşmemişti ve o zaman da duygularına yenilmektense hayata yenilmeyi
tercih etti.
Halbuki sadece İclal’i yanında istiyordu ama yanında nasıl
tutacağını bilmiyordu. Zeynep’le İclal telefonda konuşurken de hislerini bir
yumak halinde yutmaya çalıştı, boğazındaki düğüme takıldı.
Zeynep’in karışık aklına girmesi kolay olmuştu, kendisine kendisi
kadar hayran ve güzel bir kadındı. Ve tüm zayıflıklarını saklamanın bir yolu
olarak onu baştan çıkardı. Hem de düzenlediği bir organizasyonda Zeynep’in
gelip onu bulması, ilgili halleri işini oldukça kolaylaştırmıştı. İlk
sevişmelerinde tek düşündüğü İclal’in öğrenirse nasıl tepki vereceği oldu.
Her zamanki gibi sabahın erken saatlerinde başladığı bu günün ilk
mesajı Zeynep’e duruşma için attığı moral mesajı oldu.
***
Mesajı okurken karşısında İclal’i gördü Zeynep. Bir an ne
yapacağını bilemedi, acemice cebine koyuverdi telefonunu. Belli etmemek için
samimiyetsizce gülümsedi. İclal, “Çok güzel, moralimiz yerinde.” dedi hallice,
daha samimi gülümseyerek.
***
Özgür artık avukatıyla oturuyordu bankta. Yalnız olmadığı için
biraz memnundu, ama hala daha ortamın gerginliğini tüm vücudunda hissediyordu.
Zeynep ve İclal adliyenin merdivenlerini çıkarken Pervin de aynı
şehirde yurdunun banyosunda yüzünü yıkıyordu. Hayriye Ablası’na baktı, bu
saatlerde yerleşmiş olduğu odasında, koltuğunda ya da pencere önündeki
sandalyesinde göremedi. Dün gece gözleri kan çanağıydı, hasta mı oldu acaba
diye içinden geçirdi. Belki de geç gelecekti. Dersine geç kalmamak için hızlıca
hazırlandı. Akşam yurda geri geldiğinde artık yurdun sorumlusunun birkaç kez
toplandıklarında gördüğü ama ilk bakışta çok da ısınamadığı Nazife Hanım’ın
olduğunu öğrenecekti. Hayriye Ablası’nı Mehmet Hocası’na sorduğunda ise pek
yumuşak sayılmayacak bir cevapla karşılaşacaktı.
Ve o sabah Aylin, sol gözünün altına ilk defa fondoten sürmüştü.
Mutfakta görevli Kerim ile görüştüğünü öğrenmişti babası. Dün akşam evde
kıyamet kopmuştu. Ay sonlarında kızından para isterken ya da ona ilaçlarını
getirirken mahcubiyet hisseden adamdan eser yoktu karşısında. Şu hayatta erkek
kardeşine bağladığı umutlar dışında hayatta olduğunu hissettiği tek şeydi
Kerim’in ilgisi. Artık sadece yük olan, bunca yıl çektiklerine rağmen kendisine
karşı saygısından asla ödün vermediği babasının söyledikleri ağır gelmiş ve
aynı ağırlıkta cümlelerle karşılık vermişti Aylin. Sonrasında da hayatının
ilk tokatını yemişti yüzüne. Maalesef bu
sonuncu olmayacaktı ancak diğerleri ruhunu bu denli yaralamayacaktı.
Hayriye dayısının evine gitmişti Keçiören’e. Yengesiyle kahvaltı
bulaşıklarına başlamışlardı, ısrarlarıyla bulaşıkları yıkama hakkını kazanmış
ve yengesini kahveyi de hazırlayıp yanlarına geleceğini söyleyerek salona
göndermişti. Mehmet ise aynı dakikalarda camdan dışarıya bakıyordu dalgın
dalgın. İçinde pişmanlık olmalıydı, kendini çok yokladı ama bulamadı. Hayriye
için üzüntü, Aynur için merak ve bulamama korkusu, kendisi için acıma ile
karışık hayal kırıklığı vardı, ama pişmanlık duyumsayamadı.
***
İki güzel kadın topuklu ayakkabılarıyla özgüvenli yürüyordu yan
yana. Koridorun kalabalığı, başlayan duruşmalar neticesinde azalmıştı. Özgür
yakın zaman önce boşanan kuzeninin avukatıyla anlaşmıştı, İclal’in ise sadece
Zeynep’in üniversite yıllarından uzaktan bir arkadaşı olduğunu biliyordu.
Yaklaştıklarında tanıdık geldi İclal’in yüzü ama baktığı gözleri görebilecek
ruh halinde değildi. Avukatının da İclal’in sınıf arkadaşı olduğunu kurdukları
birkaç cümlede kavradı. Kısa cümlelerle geçiştirilen bir konuşma geçti
Zeynep’le de aralarında.
Mübaşirin isimlerini söylemesiyle sayılarına nazaran oldukça geniş
bulduğu duruşma salonuna girdiler. Daha önce sadece filmlerde ve tiyatro
oyununda gördüğü sahnelerden birinin içindeydi şimdi Özgür. Böyle bir ortama
soktuğu için kızgın, Zeynep’e baktı. Kendisine bakıldığını algılamasına rağmen
kafasını çevirme zahmetinde bulunmadı Zeynep. Ki Özgür bilirdi, Zeynep
uykusunda dahi birisi ona baksa dik dik, uyanırdı. Daha çok kızdı, sessizce
sırasını bekledi. Söyleyecekleri çalışılmıştı, samimiyetsiz bir oyunda figüran
hissetti kendini. İçinden sadece bir an önce bitmesini diledi.
***
Zeynep, Hasan’ın ilgili davranmasına sevinmişti. Ama boşanmakta
olan bir kadına yakışmazdı şu an liseli bir kız gibi buna sevinmek. Hem Özgür
her zaman olabildiğince ilgili davranmaya çalışmıştı ona ve meşguliyetlerine,
gerçekten iyi biriydi Özgür. İyi niyetliydi, kalbi temizdi ama
beceriksizlikleri yok değildi. Çok derinlerde eski bir dostunu kaybedecek olma
düşüncesi geçti Zeynep’in içinden, buna üzülebilirdi. Belki de yeterli süre
geçtikten sonra sadece dertleşmek için ya da akıl danışmak için
görüşebilirlerdi. Henüz böyle bir şeyi sorması için erkendi tabi ama böyle
ilişkilerine bu boyutta devam edebilen boşanmış çiftler de vardı. Pekala
isteseler iki yetişkin gibi bunu yapabilirlerdi. Hasan’ın nasıl tepki
vereceğini kestirmeye çalıştı, olur da böyle bir durum oluşursa. Neyse zaten
Özgür’ün ruh haline göre belli olacaktı nasıl olsa, sonra bir çaresine
bakılırdı.
Güneş ışıklarından duyduğu rahatsızlığı azaltması için taktığı
gözlüğe rağmen gözlerini kısması gerekmişti. Adliye sarayına girdiklerinde
koridor ise zifiri karanlık gelmişti ilk adımda. Sonra gözleri alıştı loş
sayılabilecek ışığa ve Özgür’ü gördü. Annesinin doğum günü hediyesi olan
lacivert kravatı takmıştı. Yüzü gergin ve solgun görünüyordu. Şimdi gece de çok
iyi uyuyamamıştır diye geçirdi içinden. Göz göze geldiklerinde “Günaydın” dedi
ama Özgür bakmasına rağmen sanki görmüyordu. Uykusuz iki gün arka arkaya
nöbette kaldıktan sonra eve gelince böyle olurdu Özgür ya da bir ameliyatta
hastasını kurtaramadığı zaman. Koyu renkli gözleri daha da kararırdı sanki,
boşalırdı göz bebekleri ki ondan baksa da görmez, duysa da anlamaz, duyuları
geçici felce uğrardı.
“İyi misin?” dedi Zeynep, sadece kafasını kaldırmıştı Özgür.
“Lütfen Özgür, bak konuştuk anlaştık, hazırsın değil mi?” dedi. Özgür donuk bir
şekilde belli belirsiz kafasını salladı, bulunduğu durumdan ve Zeynep’in son
cümlesinde utanır halde bakmıştı İclal’e. O sırada isimleri duyuldu.
***
Boşandıktan sonra ciddi ölçüde mal varlığı alacak bir eş kadar
keyifli, diye geçirdi içinde İclal. Halbuki maddi hiçbir talepleri de
olmaycaktı. Zeynep’in ailesinin durumu iyiydi, hatta Özgür’ün ailesinin
durumunda daha iyi olduğunu da söylemişti kendisine. Telefonla konuştukları
zaman mırıldanan erkek sesi geldi aklına, maalesef doğruydu yaptığı çıkarım o
zaman. Adliyeye girerken bu düşünceleri savmaya çalıştı kafasından.
Duruşma salonunun önüne geldiklerinde ayağa kalktı iki adam. Biri
sınıf arkadaşıydı İclal’in kendini tanıtınca anımsadı, diğeri ise tanıdık
gelmekle yetindi.
Zeynep’in salona girmeden hemen önceki hali tavrı da sabah
karşılaşmalarından farksızdı, salondaki halleri ise sadece İclal’in sabrının
sınırlarını görmesine yardımcı oldu. Hakim iki tarafın da istekli olması
sebebiyle ikinci celseye ihtiyaç duymayacaktı. Son zamanlarda artan boşanma
davalarından o da sıkılmışa benziyordu.
***
Yaklaşık
1 yıl sonra
Sabahın erken saatleriydi, hastanenin bahçesinden yasemin kokusu
geliyordu. Çevre illerden gelen hastalar ve yakınları son enerjilerini korumak
için banklarda ve çevrelerinde yaşam alanı oluşturmuşlardı. Belki 2, belki 3
saat önce gelmişlerdi, belki de bir kısmı gecenin ilerleyen saatleri henüz
sabaha yaklaşmadan önce varmıştı Ankara’ya ve konaklayacak yerleri olmadığı
için hastane bahçesini tercih etmek
zorunda kalmıştı. İlk bakışta kimin hasta olduğunu anlamak çok güçtü bazı
ailelerde, torununu getiren nineler birçok farklı hastalık sebebiyle her gün
bir avuç içerek hayatta kalıyordu, bazı evlatlar kendileri hiç bir kez
muayeneye gelmemişken anne babaları için koşuyor, bir süre sonra beklenmedik
şekilde yataklara düşebiliyorlardı.
Göz göze geldiği herkesle selamlaşmaya çalışarak odasına ulaştı
Özgür. Ankara’dan çok sevdiği bir hocasının tavsiyesi ve ricası üzerine birkaç
ay önce Ankara’ya gelmişti. Zeynep’le mahkeme sonucunu aldıktan sonra sadece
eşyalar hakkında konuşmuşlardı, sonra da soğuk bir şekilde vedalaşmışlardı.
Özgür, dönüp baktığında memnun olduğunu düşündü, yeniden dengesini bulmuştu şu
an. İlk aylar zor geçse de, çok emek isteyen ve artık meyvelerini görebilmenin
motivasyonuyla kendini işine vermişti. Arkadaşlarının ısrarlarıyla birkaç kişiyle
yemeğe çıkmış ve vakit geçirmişti ama bir süre daha bir ilişki istemiyordu,
bundan emindi.
***
Aykut üniversitedeki ilk yılını imkansızlıklarının el verdiği
ölçüde dolu dolu geçirmeye çalışıyordu. Ablasından artık para istemek durumunda
kalmamak için özel dersler vermeye başlamıştı, ücret karşılığı ödev ve proje
yapmak için kurulan internet sitelerinde kendini göstermeye çalışıyordu.
Böylece yaptığı ödev başına daha fazla para kazanabilecekti. Yurtdışından da
ödevleri yapmak için çabalıyordu, böylelikle hem yabancı dilini hem de
mühendislik bilgisini geliştirmesine imkan oluşacaktı.
Kendisine çok sözü vardı Aykut’un. Ve gerçekleştirmek için uzun ve
dolu yaşamalıydı. Hırsları olan bir çocuktu her zaman, zeki olması da yolunu
biraz daha kolaylaştırmıştı. Daha 1. sınıf mühendislik öğrencisi olmasına
karşın en çok konuştuğu ve erkenden derslerine girdiği hocası Orhan olmuştu.
Onun hikayesini de sevmişti, kendisininki kadar acıklı değildi ama kariyer
açısından kendisini geliştirmeyi iyi becermişti bu adam. Mezun olduktan sonra
bir süre bir otomotiv firmasında çalışmıştı, daha sonra özel sektörden memnun
kalmamış, daha huzurlu olduğunu hissettiği akademik hayatı seçmişti. Aykut’a
göre iyi ki de öyle yapmıştı, çünkü onun nazarında harika bir hocaydı.
Bir süredir babasının alkole yeniden başlaması ve huzursuzluk
yaratmaları dışında hemen her şey daha iyiye gidiyor gibiydi. Ablası terfi
almıştı aynı otelde devam ediyordu, kendi aralarında söz yaptıkları Kerim de
aynı otelde aşçılığa yükselmek üzereydi. Bir miktar para biriktirmeye
çalışıyorlardı ki evlenebilsinlerdi. Aylin, ev dışındayken çok mutluydu, abla
kardeş evden daha çok dışarda görüşüyorlar, evde olabildiğince daha az vakit
geçirmeye çalışıyorlardı. Saat kaçta girerlerse girsinler, babalarını sarhoş
buluyorlardı. Zaten küçük, nemli ve küflü bu dört duvar arasına sıcak bir ev
diyemeli çok çok uzun süre oluyordu.
Aykut da okurken çalışmaya başladığında beri daha çok para ister
olmuştu babaları. Para vermemek için kaçsalar da birinin borç alıyor, sonra o
kişi kapılarına dayanıp Aykut veya Aylin’den istiyorlardı alacaklarını. Birkaç
kez tatlı tatlı konuşmaya çalıştılar iki kardeş ama nafileydi çabaları.
Aykut’un babasıyla arası iki taraflı da hiçbir zaman iyi olmadı. Annesinin
ölümünden babası onu, o da babasını suçluyordu. Bunları konuşabilecekleri bir
aile ortamları hiçbir zaman olmamıştı, ama içten içe içi de aralarındaki bu
husumeti ve sebebini biliyorlardı.
Aykut’un doğumu zor geçmişti. Annesi gebeliği zamanında tembel
babası yüzünden ve onun zoruyla her gün temizlik yapmaya gidiyordu. O haliyle
ve baş dönmeleriyle bile yüksek katlı apartmanlarda cam siliyor, yer sürtüyor,
banyoları paklıyordu. Bir yandan 2 yaşında Aylin’e bakıyor, kocasına bakıyor,
diğer yandan bu şartlar altında çalışıyordu. Yine de dirayetli bir kadındı, bir
kez olsun doktora gitmeden mahallerindeki yaşlı bir ebenin yardımıyla evde
doğum yapmayı da göze almıştı. Ne sağlık sigortaları ne de bunun için
verebilecekleri paraları vardı. Ama işler bekledikleri gibi gitmedi, Aykut’un
sağ salim doğmasını sağlayabildiler ama annesinin rahminde daha sonra
öğrendikleri bazı bozukluklar oluştu. Bunlar kendilerini hemen göstermeseler de
yıllar içinde yavaş yavaş öldüreceklerdi annelerini.
***
Mehmet, cemaat yükselen konuşmalar üzerine yakalanmasının 1 ay
kadar ardından Hayriye’ye gidip ikna edip geri gelmesini sağlamaya karar
vermişti. Yıllardır verdiği emeklerin böyle basit şekilde yitip gitmesini
istemiyordu. Öncesinde dayısıyla konuşmuştu Hayriye’nin, tövbe ettiğini yeniden
doğru yolu bulduğunu, bunca vakitler bu yoldan şaşmadığını, kızın onu baştan
çıkardığını, sonra çok pişman olduğunu anlattı. Hayriye’nin şaşkınlığı bir kapı
kadar ötedeydi bu konuşmalara.
Bir yandan dinliyor, bir yandan da geri dönmezse neler
yapabileceğini düşünüyordu. O vakte kadar epey düşünmüş, düşündükçe boğulduğunu
hissetmiş, bir çıkış yolu bulamamıştı. Zamanında okumadığı için daha doğrusu
okumak için yeteri kadar karşı çıkmadığı için düğümlendi boğazı. Her şey ne
kadar da farklı olabilirdi halbuki. Başka bir ailede doğsaydı, başka biriyle
evlenseydi, başka işler yapsaydı, başka biri olurdu. Acaba daha mı mutlu
olurdu?
Geri dönmeyi ve onu affetmeyi kendisine yediremedi. Ayrıca, haklı
sebebi bir tane yaptığı halt da değildi. Hiçbir zaman emeklerinin karşılığını
alamamış, bir kez olsun tatlı bir bakış bir söz sunmamıştı Mehmet. Şimdi gelip
de dayısına söylediği yalanların kat be kat fazlasını her gün her dakika
kendisine söyleyecekti, konuşmasa bile, sessizliğiyle besleyecekti onları.
Ankara’yı bırakıp babasından kalma küçük evine gitmeye karar verdi Hayriye,
Yozgat’a. Ve yemin etti, bir daha Ankara’ya adım atmamaya.
***
Pervin geçen bir sene içerisinde, birkaç kez Hayriye Ablasıyla
konuşmuştu, bir kez de görüşmüşlerdi. Neden gittiğini hiç anlatmamıştı ablası.
Anlatırsa kendini küçük düşüreceğini, Pervin’in gözünde yarattığı hayranlık
uyandıran karakteri tuzla buz edeceğini düşünmüştü. Daha sonra temelli Yozgat’a
gideceğini söylemek için de aramıştı Pervin’i. Daha sonraki birkaç sene sadece
bayram ve kandil kutlamaları için konuşacaklardı. Sonra da sadece Pervin’in
anılarında kalacak üzgün ve silik.
Hayriye Ablası hayatının bu kadar merkezindeyken ve onu mutlu
ederek mutlu olurken Pervin, onun gidişiyle büsbütün yalnız kalmıştı. Yurttan
kızlarla vakit geçiriyordu çoğu zaman ama pek memnun olduğu söylenemezdi.
Nazife Hanım’ın kızların sorunlarıyla ya da dini öğretileriyle ilgilendiğine
ise nadiren şahit oluyordu.
Bölümü kalabalık bölümlerden biriydi. Kimya Mühendisliği’nde
okuyordu. Özellikle laboratuar uygulamalı derslerinin de çoğalmasıyla yeni
arkadaşlar edinmeye başlamıştı. Gün geçtikçe Hayriye Ablasının yarattığı
fanustan sıyrılıyor, temkinli bir şekilde de olsa yeni fikirler edinmeye
başlıyordu.
Diğer yandan, Nazife Hanım’ın Kur’an’ı çok da iyi okuyamaması
sebebiyle – Mehmet Hocaları öyle demişti – kızların toplandıkları zamanlarda da
artık kendisi gelip menkıbeler anlatıyor, sohbet ediyordu. Okunması gereken
ayetlerde ise Pervin’in sesinin güzel olduğunu söyleyip, vurgulamalarını
geliştirmek için birlikte çalışma yapmaya çağırıyordu. Pervin, sadece yanında
durduğu zamanlarda bile son derece rahatsız oluyor, bir bahane bulup
uzaklaşmaya çalışıyordu.
Ve bir gün Mehmet daha fazla dayanamayıp o okurken “Çok güzel, tam
olarak böyle, aferin” onay kelimelerini kafasını okşayarak söylemeye başladı.
Sevecen bir baba tavrından uzak olduğunu ikinci kez dokunduğunda anlamıştı
Pervin. O an, bir tane tokat atıp uzaklaşmak istedi. Kalakaldı, dudakları
önündeki metni okurken kollarını da bacaklarını da hareket ettiremedi. Arada
duraklayınca, “devam et kızım, çok güzel okuyorsun, sesin çok güzel, sen çok
güzelsin.” dedi. Ne yapacağını bilmiyordu Pervin, sadece gözlerini dikmişti ve
düşünemeden okumaya devam etti. “Ben yabancı değilim kızım, çıkaralım bakalım
başındakini, saçların da gözlerin kadar güzel mi bakayım.” dedi. Huzursuzca
kımıldayabildi sadece Pervin.
Şimdi kendine çevirdi yüzünü Mehmet. O kadar temiz, o kadar
güzelsin ki, seni imam nikahıma alabilirim, dedi. Pervin duyduklarına
inanamıyordu. Kulaklarının zarı patlayacak gibi geliyordu, sanki kalbi
kulaklarında ve boğazında atıyordu. Bir anda çevresini sardı kolları Mehmet’in.
“Mehmet Hocam, yapmayın.” diyebildi bir tek cılız bir ses. Çığlık atmak istedi,
atamadı, konuşmak istedi, ne kadar yutkunsa da boğazındaki düğümden
kurtulamadı. Ter içindeki kısa ve çirkin bıyıkları hissetti dudaklarında ve
sonra her yerinde. Tiksindi, bütün dünyadan, şu an üstünde uzanır bulunduğu
halıdan, vücudunda gezinen sözde seccadede paklanan ellerden, Mehmet’in daha
önce “iyi” olarak nitelendirdiği her şeyden tiksindi. Ölmek istedi, acısını,
utancını, paramparça ruhunu paslı bir yangın kovasına doldurmak ve bir
uçurumdan atlamak istedi. Biliyordu düşerken yüzüne çarpacak hava dahi nefes
alması için yeterli gelmeyecekti.
***
Kampüsü seviyordu Orhan. Öğrencilik zamanı da her fırsatta
ağaçların altına oturur, kitap okur, ders çalışır, sohbet eder, iskambil oynar,
bazen de şiir yazardı. İstanbul öksüzdü, bir şehrin anasıydı ağaçlar ve
İstanbul’un anneleri katledilmişti. Kalan birkaç ağaç için de gidip tüm
alveolleri biber gazına doyana kadar direnmişti Gezi Parkı’nda. Umudu vardı ama
güzel günler yakındı. Ama İstanbul tüm hayat enerjisini emerken özel sektürün
bunaltıcı dünyasına daha fazla dayanamadı. Daha iyi işler yapabilirim deyip
okuluna geri geldi. Bir yandan daha önce yarım bıraktığı doktorasına devam
ediyor, diğer yandan da öğrencilere bildiklerini anlatma fırsatı buluyordu.
O sabah güneşin erken ışımasıyla güneşin tadını çıkarmak için
erken gelmak istedi kampüse. Bölüm kantinlerine simitler, kampüs restoranlarına
ekmekler getiriliyordu daha. Önce bir tane daha sonra bir tane daha simit alıp
paket yaptırdı. Ofisine giderken bankta ağlamaktan perişan olmuş bir kızcağız
gördü. Yanına yanaşıp yanaşmama konusunda tereddüt etti. Sicim sicim dökülen
birbiriyle yarışan gözyaşlarına dayanamayıp bankın diğer ucuna geçti. İlk kelime
çok önemliydi. Hassas bir halde olduğu aşikardı kızın. Ne oldu diye sormak
aklının ucundan dahi geçmedi. Çünkü bilirdi birisi bir derdini anlatmak isterse
karşısındakinin samimiyetine güvenmesi yeterdi, sorulmadan da anlatabilirdi.
Yaklaşık 5 dakika kadar öylece oturdular. Sonra Orhan, “birazdan
kalabalıklaşır burası, rahat rahat ağlamak istersen sana bir ofisin anahtarını
verebilirim, yerini tarif ederim, sen kendin gidersin, ben gelmem” dedi.
Özellikle kızın tesettürlü olması nasıl yaklaşacağını seçmesi konusunda onu da
zorluyordu. Kız “teşekkür ederim, şimdi daha iyiyim” dedi. Gözyaşlarını silmeye
çalıştı, durdurmak hiç kolay olmadı. Aldığı iki simitten birini uzattı Orhan.
Kız reddetmedi. Sessizce yediler. Karşılarında pembe çiçekleri olan çok güzel bir
ağaç vardı. İçindeki bulundukları mevsime göre serin sayılabilecek bir sabahtı.
Orhan biraz o ağaçtan, biraz onun arkasında görünen binadan, biraz okulun 5-6
sene önceki halinden bahsetti. Öğrencilik zamanlarını, okuduğu bölümü, mezun
olduktan sonra yaptıklarını anlattı. Pervin “Ben de iki sene sonra mezun
olacağım, henüz ne yapacağımı bilmiyorum ama” dedi. Orhan bir yerden bağ
kurduğunu, kızı derinlerden yüzeye, gün yüzüne çıkarabileceği umudunu hissetti.
Bölümünün güzel bir bölüm olduğunu, neler yapabileceğini, nelere dikkat etmesi
gerektiğini bu sefer ağaçtan çok yüzüne bakmaya çalışarak anlattı. Kızın
gözkapakları kırmızı ve şişti, sağ yanağında ve sol çene altında tahriş vardı.
Biraz olsun moral verebilmek istiyordu. “Bazen insanın kendini en
dipte hissetmesi tahmin edemeyeceği kadar iyi bir şeydir. Çünkü daha kötü
hissedemeyeceğini bilirsin mesela, daha çaresiz olamayacağını düşünürsün o an.
Hayat havuzda yüzmek gibidir, en dibe batıp da ayaklarını yere vurmadan
yükselemezsin suyun yüzeyinden. İnsan hayatında büyük değişimlere yol açar
travmalar, bizi gelecekteki bize hazırlar. Ve geriye dönüp baktığında
görebilirsin bazı şeyleri ve nedenlerini.” Hiçbir fikri yoktu derdiyle ilgili,
belki darbe almıştı, babasıyla, annesiyle ya da sevgilisiyle kavga etmişti,
belki birini kaybetmişti hayatında ölü veya diri. Ama sebebi ne olursa olsun şu
an bahsettiği dipte olduğunu görüyordu. Orhan, bu halinin sebebini birlikte
geçirecekleri onca zamana rağmen sormayacak, bir akşam Pervin kendisi gelip
anlatacaktı.
***
Zeynep, son bir yıl içinde önce rahatlama sonrasında yavaş yavaş
bünyesinde biriktirdiği kırgınlıkları hissetmeye başlamıştı. Oldum olası güç ve
konum sahibi erkekleri beğenirdi, Özgür’ün de gelecekte başarılı bir doktor
olacağından ve ailesinin tıp çevresi ve geçmişinden etkilenmişti. Şu an
Hasan’ın son model 06 HSN ile başlayan plakalı arabasının yanında onu
bekliyordu. Zeynep ondan yana baktı, her zamanki yüksek egosu ve farklı tonlama
verdiği kendinden emin ve artık abartılı gelen kahkahalarının arasında karşı
tarafla iş bağlamanın yollarını arayan cümleleri bu kadar uzun mesafeden
hissedilebiliyordu.
Arabaya geldiğinde az önce iş adamı yapmacık gülümsemesini çıkarıp
atmıştı ama asıl içten gelen gülümsemesini ise takmaya ihtiyaç duymadan
somurttu. Ben seni eve bırakayım, dinlen sen benim biraz daha bulunmam lazım
buralarda, dedi. Kim bilir kaçta gelecekti. Belli ki bu akşam da biraz olsun
ilgi ve sevgi göremeyecekti. Boşanma davasından sonra aynı eve çıkmıştı Zeynep.
Bazen ailesinin yanına gidiyordu ama eşyalarını Hasan’ın evinde edindiği bir
odaya getirmişti. Başlarda onu etkilemek için yaptığı ince düşüncelerin
hiçbirinden eser kalmamıştı artık, bu konuda konuşması ve tartışması da işleri
daha da zorlaştırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bir süredir sessiz kalmayı
tercih etmişti Zeynep, hiç kendi gibi değildi. En ufacık rahatsızlığında sesini
çıkarmayı çok küçük yaşlarda öğrenmişti. Ve bir gün hayranlık duyduğu güçlü bir
karakterin yanında bu denli ezilebileceğini, sessiz çığlıklarını ve kavgalarını
tek tek yutkunmak için bu kadar çaba vereceğini tahmin edemezdi.
İlk görüşmelerinde Hasan’ın kapalı bir kutu olduğunu anlamıştı
Zeynep. Altından çok büyük gizemlerin daha da romantik bir adamın
çıkabileceğini, onu açan kadın olabileceğini düşünmüştü o zamanlar. Geçen süre
içinde gidebildiği arpa boyu yolda öğrendikleri ise Hasan’ın bunca hırsının
görüşmediği babası olduğuydu. Hasan’a
biraz daha yakınlaşabilmek için annesiyle tanışmak istemişti Zeynep. Israrları
sonucu bir akşam yemek yemişlerdi içi birlikte. Annesinin bakışlarında
beğenememezliğin yanısıra oğluna kızgınlık da vardı. Yıllar sonra kızgınlığının
ve onu beğenmemesinin sebebinin Hasan’ın İclal’le ilişkisini devam ettirmek
için yeteri kadar emek vermemesi ve annesinin her şeyiyle İclal’i çok sevmesi
olduğunu öğrenecekti. Hasan, egosunun ve hırslarının peşindeyken İclal’i çok
üzmüş ve gerçekten sevmesine rağmen bunu tam olarak nasıl göstereceğini
bilememişti. Bütün bunları büyük bir kıskançlık ve mutsuzlukla dinleyecekti
Zeynep. Şu an ise sadece elinde soru işaretleri vardı.
***
Pervin, o gece üzerindeki şoku atamadan birkaç apartman ilerideki
kendi yurduna geri dönüp her gece yaptığı gibi dişlerini fırçaladı. Yüzünü
yıkadı, ellerini, ayaklarını, kulaklarını. Sonra gözünün önünde canlandı
görüntüler, midesi bulandı. Aynaya kendisine baktı, göremedi. Gözleri gözlerini
seçemedi. Aynaya dokundu, ellerine baktı tekrar. Halı tüylerini gördü
tırnaklarında, daha sert yıkadı ellerini. Diğer kızlar uyumuştu, gecenin
ilerlemiş bir saatiydi. Banyoya girdi, kesesini ve sabunu alıp. Sadece sıcak
suyu açtı, elini tuttu, yanmasına rağmen çekmedi. O kadar sessiz ve sicim sicim
ağladı ki, kendisine bile duyurmadı. Sadece temiz hissetmek istedi. Her yerini
defalarca keseledi. Köpüklenmiş vücudunda gözyaşları ve su birleşip yollar
oluşturuyordu. Gözlerini kapattığında sonsuza kadar unutmak istediği görüntü,
ses ve hisler saldırıyordu yeniden. Ve o hepsini savmak için elindeki tek
silahla zavallıcık bir keseyle kendisine saldırıyordu.
Kaynar sıcak sudan çıkmış bedeni üzerinden ayrılan buharlarla
hafiflemiş olsa da yüreği çok ağırdı. Öylece kendini yatağına bıraktı. Ne
yapmalıyım, dedi. Ailesine haber veremezdi. Buradan başka gidecek yeri yoktu.
Hayriye Ablasını özledi. O burada olsaydı, bunlar olmazdı dedi. Bir sürü
olasılık(sızlık) geçti kafasından. Hayatında kendini tek başına ve aciz
hissetti. Yaşadığı için lanet etti ve bunun en büyük günahlardan biri olduğu
çok sonra aklına geldi. Bu geceyi ömrü boyunca unutmaya çalışacağını ancak
başaramayacağını tahmin etmek çok zor değildi.
Sabahın en erken saatlerinde henüz kimse uyanmadan çıktı yurttan.
Okula gidecekti, başka ne yapabileceğini bilmiyordu çünkü. Dersinin olup
olmadığını, günlerden ne olduğunu bile aklına getirmeden ilk otobüsle okuluna
gitti. İçindeki karanlıklara rağmen dışarıda çok güzel bir hava vardı, güneşli.
Havaya gücendi içindeki şimşeklerle bir. Bulduğu ilk banka oturdu öylece. Ne
kadar süre geçtiğinin farkında değildi, zaten onun için anlamlı da gelmiyordu
şu an hiçbir şey. Sonra yanına bankın ucuna biri oturdu. Dalgalı koyu kumral
saçlı, geniş alınlı ve biraz şakaklarındaki saçları dökülmüştü, yeşil parlak
gözleri vardı. Üzerinde açık yeşil bermuda şort ve lacivert bir tişört vardı
adamın. Elinde de bir poşet. Adam da karşıdaki ağaca bakınca kendi gözlerinin o
ağaçta olduğunu fark etti. Baktığı yeri görmüyordu gerçi. Hatta ağladığının
bile farkında değildi. Ağlamak isterse rahat edebileceiği bir yerden bahsedince
adam, o zaman farkına vardı. Yumuşaktı adamın sesi, huzurluydu ve iyi
niyetliydi, o konuşunca kendini o haldeyken ne kadar hissedebilirse o kadar
rahat hissetti Pervin. Gözyaşlarını sildi ve durmaya çalıştı. Elindeki poşetten
bir simit çıkardı adam, kendisine uzattı. Burnunun akmasına karşın o simidin
kokusu çok güzel geldi, acıkmıştı da, kısa bir süre gözlerine bakıp aldı.
Simitlerini yerken tatlı tatlı bir şeyler anlattı adam, onu dinlemek
rahatlatmıştı erkek olmasına rağmen. Tavrı ve seçtiği kelimeleri hiç
karşılaşmadığı düzeyde saygılıydı. Bir an için derdini unutup o da konuşmaya
başladı. Yine de saatin ilerlemesiyle biraz kalabalıklaşan yoldan rahatsız olmuştu
ve adamın o daha dile getirmeden rahatsızlığını anlamasıyla tanışarak
ayrılmışlardı. Nasıl ne şekilde bir problemin olursa olsun, 306 numaralı ofise
gelebilirsin, demişti. Probleminin ne olduğunu anlatıp anlatmamak sana kalmış
ama ben istediğin her yardımı vermeye hazırım, bir daha ağlamanı hiç istemem
deyip aydınlık gülümsemişti. Ve Pervin hayatında ilk defa biriyle bu kadar göz
göze konuşabilmişti ve içinde kopan fırtınayı kendini tek başına hissettiği bu
yeryüzünde belki de birinin anlayabileceği hissine kapılmıştı.
Her ne kadar sonradan kendisini frenlemek istese de elimdeki
imkansızlıklar kalbini dinlemesi için elbirliği yapacak ve ayakları onu kısa
zaman içinde Orhan’ın ofisine götürecekti.
***
Mehmet, önce gusül abdesti almış, yatsı namazını kılmıştı.
Pervin’in bu kadar güzel olabileceğini tahmin etmemişti öncesinde. Uzun süredir
kimseyle birlikte olmadığı için dayanamamış ve kızın güzelliğine yenik düşmüştü
kendi nazarında. Askerlik arkadaşına ne diyeceğini, neler olabileceğini hiç
düşünmemişti. Şimdi onları düşünme zamanıydı. Hiçbir şey olmamış gibi devam
edebilirlerdi. Zaten Pervin söylemeye korkardı, burada bu yurtta kalması
gerekirdi, Mehmet’in eli güçlüydü. Belki yurt ücretinde indirim de yaparım diye
düşündü. Böylelikle harçlığı artardı. Bir süre yeni bir atak yapmaması akılcıl
olurdu, araya zaman girerse Pervin yatışırdı, sindirirdi biraz. Sonra belki
kendisi de isterdi. Aynur’la da böyle olmamış mıydı? Daha sonra avantajlı bile
olur onun için, demişti. Ve aynada bıyıklarını düzeltirken kendisini yine aynı
arsız gülümsemeyle yakalamıştı.
***
Aylin, yeniden hayatının çekilmez olduğunu düşünmeye başlamıştı.
Tek istediği Kerim ile evlenmekti ama her akşam babasının çıkardığı
huysuzluklar daha çok bu konuda yoğunlaşıyordu. Evlendikten sonra da hem para
göndereceğine hem de yakın oturup evi toparlayacağına söz vermesine rağmen
henüz istemeye bile gelmelerine izin vermemişti. Zaten ev demeye bin şahit
isteyen bu köhne apartman dairesine Kerim’i ve ailesini sokmak istemiyordu.
Onların da durumu harika değildi ama babasının memur emeklisi olması en azından
eve giren düzenli paranın evde kalmasına özen göstermeleriyle onlara iyi
sayılabilecek koşullar sağlamıştı. Hem artık Aykut da iyi bir üniversitede
mühendislik eğitimine başlamış, bir yandan çalışıyor bir yandan okuyordu ve
birkaç sene sabrederlerse daha da iyi koşullarda çalışmaya başlayacaktı. Şu
hayatta hiçbir istediğini gerçekleştirememiş bir babanın tek isteği
evlatlarının mutlu olması olamaz mıydı? Onlar için belli ki olamazdı. Bazen babasının
ölmesini isterdi, ama hemen ardından yaşaması için dua ederdi, eğer ölürse
kendisini suçlayacaktı yoksa. Sanki dedikleri yüzünden ya da içinden öyle
geçirdiğinden ölecekmiş gibi. Aykut, bu tartışmalar ve daha çok babasının
bağırmaları sırasında odada oturur, hol-salon denilebilecek alandan
olabildiğince az geçmeye çalışırdı. Çünkü ne zaman geçse – hatta bazen geçmese
de – kendisine küfür ederdi babası. Yıllarca yutkunmuştu Aykut, sürekli biraz
daha sabretmeyi diliyordu o geceye kadar.
Aylin’in hazırladığı akşam yemeğini yiyip yeniden içmeye
başlamıştı babaları. Tabakları durulayıp odaya geçmişti Aykut, bir sonraki gün
epey zorlandığı bir dersin sınavı vardı. Birkaç saat sonra öksürük nöbetinin
ardından Aylin, baba daha fazla içmesen, dedi ve işkence saatleri yeniden
başladı. Ne Aylin’in evlenmeye can atan koca arsızlığı kaldı, ne de Aykut’un
sessiz sünepeliği... Yıllarca onları düşündüğünden evlenmemiş olduğu,
analarının bok varmış gibi erkenden geberip gittiği... Aylin artık ağlamaya
başlamıştı, özellikle annesiyle ilgili ipe sapa gelmez cümleler çok
dokunuyordu. “Ağlayınca nolcak düzelecek mi her şey, ara gelsin senin züppe de
çekip kurtarsın seni bu bataktan değil mi, bunu düşünüyorsun değil mi?” diye
bağırdı baba. Aylin daha fazla hıçkırarak ağlamaya başlamıştı, aslında böyle
bir şey düşünmekten başka bir şey gelmeyecekti elinden biliyordu. Çok sert bir
tokat geldi yüzüne. Tokatın sesiyle Aykut odanın kapısını kırarcasına açtı.
Artık dayanamamıştı.
“Ne istiyorsun sen bizden be adam?” diye bağırdı. Ne istiyorsun?
“Vay bizim sünepenin sesi mi çıkmaya başladı?” dedi adam. “Adam mı
oldun lan sen?”
“Bana bak bir daha bu kızcağıza dokunmayacaksın. Sevdiği adamla da
evlenecek. Bu kadar sene senin kahrını çekti, çektik ikimiz de. Biraz daha
sabret, sonra ne halin varsa gör.” dedi Aykut. Mavi gözlerinde şimşekler
çakıyordu. Hayatında ilk defa sesini bu denli yükseltiyordu, kaşlarını çattığı
için pürüzsüzce uzanan alnında ter damlaları görünmüştü.
Bir an durakladı baba. Sonra ayağa kalkıp dengede durdu. Aykut’a
da bir tokat vurmaya yeltendi. Mutfak dedikleri daracık tezgaha doğru adım attı
çocuk ve gözüne bıçak ilişti. Baba küfürler savurarak kendisine doğru gelirken
bütün dünya karardı, sanki yavaş çekimde bir başkasını seyrediyordu Aykut.
Bıçağı aldı ve karnına sapladı babasının, kendi babasının, kendi nefret ettiği,
her gece ölmesini ve kurtulmayı dilediği işe yaramaz bir adam olan babasının.
Kulakları duymuyordu o an. Aylin’in yapma dediğini duymamıştı mesela. Sadece
yavaş çekimde görüntüler vardı parça parça. Babasının pis kokulu ağzı vardı,
hareket halinde ve duymadığı tükürüklü sözler sarfeden, sararmış ve bir kısmı
çürük dişleri, ablasının yerden kalkışı vardı, kendi eli vardı, sağ eli sımsıkıca
bıçağı tutmuş ve kanlar içindeki eli, bir de diğer eli vardı, sıkmaktan
morarmış, dünyanın en sağlam yumruğuydu belki, dizlerinin üstüne düşmüş bir
bedene döndü babası gözünde, gözlerinde şaşkınlık vardı, sarhoşluk akan kanıyla
yitip gitmişti sanki. İnsan bedeni kesici bir alet karşısında çok acizdi,
savunmasız ve güçsüzdü. Bir kez daha kavradı, insan et, kemik ve kandan oluşan
bir yığındı. Şimdiye kadar yaşamış olmaları ona mucizevi geldi.
O an kendini ve parlak geleceğini düşünebilirdi, aklına gelmedi.
Kendini kaybedişinde yıllarca boğazında yer edinmiş bir düğümün gittiğini
hissetti. Ama yerini saf bir korku alacaktı.
***
Gecenin geç saati çaldı İclal’in telefonu. Ve Orhan’ın da aynı
zamanda. Aylin, İclal’i aramıştı, tanıdığı tek avukat ve güvenebileceği biri
olduğu için, Aykut da en yakın arkadaşı olan hocasını. Kerim’in şu an buraya
gelmesini tercih etmemişti. İki kardeş telefonlarıyla konuşurlarken acil yardım
hemşireleri babalarını Özgür’ün gerçekleştireceği ameliyata hazırlıyordu.
İclal, bulabildiği ilk uçakla Ankara’ya geldi. Ameliyat hala devam
ediyordu, koridorda Orhan’ı görünce çok şaşırdı. Burada bulunma sebebini
sormanın zamanı değildi. Aykut karakoldaydı, gidip teslim olmuştu. Orhan da
önce karakola gidip ona destek olmuş, sonra Aylin’i daha fazla yalnız
bırakmamak için hastaneye dönmüştü. İclal, hıçkırıklar arasından alabildiği
cümlelerle durumu netleştirmişti. İclal hemşireyle konuşmuştu, şu an Aykut’un
kaderinin Özgür’ün ellerinde olduğunu öğrendi.
Saatler süren ameliyatta, Özgür hastayı iki kez hayata
döndürmüştü. O sırada, İclal geçmişindeki iki kaybını tekrar yaşar bulmuştu
kendini. Zaten hep böyle olurdu. Bu durumlarda yıllar boyu azalmasını
bekledikleri her şey gün yüzüne çıkmanın yolunu kolayca bulurdu. Zaman bazı yaraları kapatmaz, iyileştirmezdi. Bu bir
yanılgıydı. Güçlü görünen insanlar olabildiğince derinlere gönderirlerdi taş
bağlayıp ancak belli periyotlarla ve olaylarla yeniden acı havuzunun yüzeyine
gelirdi onlar.
14 yaşına geri döndü. Teyzesinin Didim’deki yazlığına, kahvaltı
sonrası gittikleri kumsaldaki her ayrıntıyı hatırlıyordu ve sonrasını da. Erken
dönmek istemişti İclal. Annesi babası akşam saatlerinde varmış olacaklardı
çıkış saatlerine göre ama bir şey huzursuz etmişti. Teyzesine diretmişti geri
dönelim diye. Eve girdiklerinde telefonları çalmıştı. Eniştesi arıyordu, ama
teyzesinin değişen mimiklerinden anlamıştı bir şeylerin tersliğini İclal.
“Nasıl?” sorusundaki ses tonunu duyunca yüreğinden bir parça kopmuştu. O acıyı
tekrar tekrar yaşardı yıllardır. Teyzesi duvardan destek almak istedi, sırtını
dayadı ve o şekilde oturdu yere. Yüksek sehpadaki telefon düştü, ahize elinde
kaldı teyzesinin. Hiçbir şey soramadı İclal. Çünkü cevabının ağırlığını
kaldırabilmek için güç toplamaya çalışıyordu teyzesi de kendisi de. Zaten sorsa
da teyzesinin sesini duyamayacaktı. Sonrasında teyzesi hiç konuşamadı.
Hastanede geçirdikleri birkaç saat sonrası, evlerine gitmeleri
gerekiyordu. Eniştesi resmi işler dahil her işle ilgilendi. Bazı belgelerin ve
İclal’in eşyalarının evden alınması gerekiyordu. İclal’e istemezsen girme
demişti. İclal girmek istedi. Ve bir anlık dikkatsizlikle bir aileyi kaybedeb
ailenin evine adım attı. Kendi evi gibi görünse de öyle hissetiremedi ev ona.
Ölümün bir enerjisi vardı, yoğun bir dalga sarardı o evi. Şimdiden gelip
yerleşmişti o dalga. Bu dalgayı birkaç gün boyunca Arapça dualar ve kolonya
kokuları, bir gün boyunca da irmik helvası kokusu takip edecekti.
İclal, annesiyle babasının odasına girdi. Henüz birkaç saat
öncesine kadar burada uyuyorlardı. Sonra mutfağa gitti, sanki annesinin tatlı
sesi geldi kulağına. Banyoda da traş makinesinin vızıltısı geliyor gibi
hissetti, babası esneyerek yanına gelmişti sanki. Kapının önünde ikisinin de
terlikleri duruyordu. Ve ne zaman o güne gitse hatırına gelen o şiir geldi yine
dudaklarına:
Bu kadar çabuk büyümeyi beklemiyordum
Bir gün geldi
Dediler ki "Artık sadece anılar var
Hepsini tut hatrında
Dahası gelmeyecek
İşte kıyafetleri var
Bir de daha birkaç saat önce bastığı terlikleri
Bir süre kokusu da kalacak hatırında
Sonra kaybolacak
Söylediği sözleri dinle hayatın boyunca..."
Bir sabah evden çıktım,
Geri geldim ve büyüdüm.(*)
Birkaç ay sonra bir mahkeme salonunda karar vermişti avukat
olmaya, gittiği mahkemede anne ve babasının canını alan şoföre verilen ceza
kalbini soğutmaya yetmemişti. Güvenmediği adalet sisteminde idealist bir nefer
olmak için istedi bunu. Ve her zaman yerine getirmek için elinden geleni yaptı.
Daha da yapacaktı.
***
Özgür hastayı kaybettiklerinde hala daha uğraşıyordu. Yardıma
gelen arkadaşı elinden tutup durdurdu onu. Hayatta yenilmeyi kaldırabilecek
olgunluktaydı kişiliği ama mesleğinde hiçbir zaman başarısızlığa tahammülü
yoktu. İnsanların hayatı onun ellerindeydi, bunu hissettiği her an sorumluluğu
kalbinde hissederdi. Bazı kayıplarda kendine uzun süre gelemezdi, babası bu
sebeple kendisine kızardı.
Dışarı çıkmak istemedi Özgür. Adamın ailesine durumu açıklamak
istemedi. Hikayesini bilmiyordu, ellerinden kayıp giden can kendi evladı
tarafından öldürülmüştü, ama bilse de bilmese de ona muhtaç bir canı
yitirmişti, onun yenilmişliğini yaşıyordu içinde. Ellerini yıkarken
toparlanmaya çalıştı. Bundan sonraki süreçte kendisinden daha fazla üzülecek
kişiler olacaktı ancak kaybedilen can sebebiyle olmayacaktı üzüntüleri.
***
İclal, elinden geldiğince moral vermeye çalışmıştı şu saate kadar
Aylin’e. Teyzesine geçen sene eniştesinin ölümünde verdiği destekten beri
kimseyle bu kadar sarılmamıştı bile. Kendisini ablası bilmiş, sığınacak kimseyi
bulamamış bu kızcağıza destek olmak için güç hissetti içinde.
Bekleyiş Özgür’ün kapıda belirmesiyle sona erdi. Görür görmez
tanımıştı Özgür İclal’i. Daha cümle kurmadan o, anlamıştı adamın öldüğünü. O
yüzden konuşurken Aylin’i daha sıkı tutmaya çaba gösterdi.
Orhan’ı aradı İclal, yıllar sonra cep telefonunda “İclal” adını
gördü Orhan. Umudunu yitirmeden açmaya çalıştı telefonu ama duyduğu ilk ses
tonunda anladı. Parmaklıklar ardındaki Aykut’a baktı. Zehir gibi zekası olan
ama kaderinin cezasını çekecek olan Aykut’a.
Özgür, ofisine geçmişti. Birkaç işini toparlıyor gibi gözüküyor
ama sarsılmış kendisini toparlamaya çalışıyordu. Kapı çalındı ve İclal girdi
içeri. O akşam olabilecekler üzerine çok konuştular, Kerim’e emanet etti İclal
Aylin’i. “Elimden geleni yapacağım ama suç ortada hafifletici sebepler üzerinde
çalışacağız, yine de hapse girmemesi ihtimali yok.” dedi İclal. Özgür yorgundu
ama ayrılmak istemiyordu. Böyle sıkıntılı bir durumun içinde olmaktan
rahatsızlık da hissetmiyordu. Otopsi raporu öncesinde yazacağı raporla ilgili
birkaç şey paylaştı o da. Orhan’ın ilk aklına gelen onun eğitimine devam etmesi
için uğraş vereceğiydi. İçeride de olsa kitap ve başka türlü destekte
bulunacak, okula gelirse de ya bu okul için ya da başka belki özel bir okul
için bağlantılarını kullanacaktı.
Sabahın ışıkları kendilerini göstermeye başladığında birkaç saat
dinlenmek için istirahate çekilmeye karar verdiler. Orhan, evinde ağırlamak
isterdi ama evde Pervin vardı. Bir akşam ofisine gelmiş, o hiçbir şey sormadan
oturup anlatmıştı başından geçenleri. Zamanında İclal’den öğrendiği incelikler
sayesinde güvenini kazanmayı başarmıştı genç kızın. Niyeti hiç kötü değildi,
olmazdı da zaten. Pervin ağladıkça yanaklarından akan gözyaşları sanki onun
içine dolmuş gibi hissetmişti. Şimdi de ona bir oda sağlamıştı, herkesten
saklıyorlardı bu durumu. Hoş karşılanmazdı çünkü. Babasına da yurttan
ayrıldığına dair hiçbir şey söylememişti. Hem zaten şimdi planlamasalar da bu
sene içerisinde evleneceklerdi.
Hastanenin çıkışında Özgür benim arabam arka tarafta buraya
getireyim deyip ayrıldı. O arada İclal, Orhan’a dönüp “Sen aşık olmuşsun,
gözlerine bakınca anladım. Ve çok sevindim.” dedi yorgun ve üzgün olmasına
rağmen gülümsemeye çalışarak. Orhan, adını koyamadığı duygularla birlikteydi
ama bu kadar belli ettiğini düşünmemişti. Ne diyeceğini bilemedi eski
sevgilisine. İclal zor durumda hissetmemesi için kolundan tutup “Senin adına
gerçekten çok mutlu oldum. Biz zaten iyi bir sevgili olamadık ama iyi
arkadaşlar olabiliriz, eskiden öyleydik” dedi. Orhan “Haklısın” dedi rahatlamış
şekilde.
O sırada Özgür yanaştı ve “Orhan sen ters tarafa gidiyorsun
sanırım İclal’i ben bırakırım otele.” dedi. Ancak ikisinin de sadece sarılıp
uyumaya ihtiyacı vardı ve Özgür evine gitmedi.
İclal’in çabalarıyla olabildiğince az ceza aldı Aykut ve Orhan her
daim destek oldu.
Aylin, kardeşinin hapisten çıkmasını beklemek istiyordu evlenmeden
önce, ancak ısrarlarına dayanamadılar. Eğer evlenmezseniz kendimi daha kötü
hissedeceğim demişti, buruk da olsa düzenlediler mütevazi bir düğün.
Pervin, yaşadığı travmayı değişimle atlattı, küt kestirdiği
dalgalı ve gür saçlarını kızıla boyattı ve evlendikten sonra bir daha tesettüre
bulaşmadı. Hayata dair şükrettiği yegane şey o gün Orhan’ın onu görmesi ve
yanına oturması oldu.
Mehmet Hoca yaptıklarından sonra önce yurt işinden sonra cemaat
ortamından uzaklaştırıldı. Desteksiz kalan hoca elinde kalan son varlıkları da
yedikten sonra Yozgat’a yeniden af dilemeye gitti Hayriye’ye. Ancak Hayriye’nin
eline ulaşan Pervin’in mektubu Mehmet Hoca’nın sonu olmuştu. Referans
sistemiyle satış yapılan bir deterjan işine giren Hayriye maddi konumunu
yükseltmişti ve Mehmet’e boşanma davası açmıştı.
Özgür evlilik konusunda tereddütlüydü, İclal de almak zorunda kaldığı
bunca boşanma davasından sonra mantıklı bulmaz olmuştu evliliği. Çocuklarının
olacağını öğrenene kadar evlenmeyeceklerdi.
İclal’in çok sayıda müvekkili oldu, önündeki masadan çok sayıda
vaka geldi geçti. Ancak bir düşüncesi hiç değişmedi.
Herkes, yaşadıklarını kendinden ve kendince görüyor, çıkarımlar
yapıyordu, ve herkesin yaptıklarında kendince haklı sebepleri mevcuttu.
HSZ
13-25 Ağustos 2013
Ankara-İzmir-İstanbul
(*) Hikaye
içinde geçen tüm şiir bölümleri tarafıma aittir.